Toplumsal bir alışkanlık olarak kültürlü olmak okumuş olmanın bir sonucu ve üst sınıflarda yer almanın bir gereği olarak görülüyordu. 2000’li yıllara kadar bu düşünce biçimi devam etti. 20 YY da sizi toplumsal piramidin basamaklarında yükseltecek şey tahsilli olmanızdı. Tahsilli kişi de doğal olarak eğitimli, görgülü ve kültürlü olmak durumundaydı. Dolayısıyla eğitimli olmaları neticesinde daha üst gelir seviyelerine sahip kişiler aynı zamanda kültürlü de olurdu. Böylelikle kültür üst sınıfların bir gösterge biçimine dönüştü. İnsanlar üst sınıflarda yerlerini sağlamlaştırmak için kültür göstergesi olan tüketim biçimlerine tiyatro, klasik müzik, modern sanatlar gibi şeylere eğildiler. Kitap, gazete ve dergi tükettiler bunu da göstermekten çekinmediler. Türkiye’de 90’lı yılların sonuna kadar işadamları arasında bile klasik müzik dinlemek, kitap okumak, tiyatro takip etmek önemli kültürel göstergelerdi ,basın ve medya bunu öne çıkarıyordu ve ekonomik seçkinler bu özelliklerini göstermekten keyif alıyorlardı. İşadamları 90’larda entelektüel özellikleriyle öne çıkmak, liberalizm çerçevesinde düşünce üretmek, ekonomiden Kürt meselesine kadar görüş ve düşünceleriyle topluma liderlik ediyor görünmeye bayılıyorlardı. Ancak kültür fenomeninin öne çıkmasının nedeni kültürün insanları yukarılara taşıması değil yukarıdaki insanların “gerek okuyanların o dönemki Türkiye’nin görece yüksek memur ve sermaye sahibi kültürlü ailelerinden ve büyük şehirlerden gelmeleri , gerekse o dönemki eğitimin yoğunluğu ve kalitesi nedeniyle” kültürlü olmasıydı. Yani kültür yükselmek için bir imkan yaratmıyordu, yükselmişler kültürlüydü ve o nedenle kültürlü olmak ya da kültürlü görünmek bir üst sınıf fenomeni şeklinde algılandı. Buna bir de batıdaki burjuvazinin bizde geç kalmış fonksiyonuna soyunmak söz konusu olunca iş dünyası bir süre kültüre göz kırptı.
Okumuşluğun ve zenginliğin tekelinin Türkiye’nin “iyi ailelerinin” çocuklarından çıkıp Anadolu’ya yayılması ile resim değişti. Eğitim sistemi ne olursa olsun özelde, devlette görev alan bu yeni okumuşlar o kadar da kültürlü değildi ancak buna rağmen hakim sınıfın sembolleri bir süre daha kullanılmaya devam edecek ve insanlar kültürlü görünmeyi önemseyecekti. Ancak toplum yavaş yavaş kültürün bir gösterge biçimi olmanın dışında iş hayatında pratik bir işlevi olmadığını fark etti. Devlette, özel sektörde bir takım işleri yapabiliyor olmak için kitap okumanız, sofistike zevklere sahip olmanız gerekmiyordu, yani kültür karın doyurmuyordu. Karın doyurmanın toplumun “ana meselesi” haline geldiği 80’lerden sonra köyden şehre göç eden yeni sınıflar, büyük şehirlerdeki varoşlarda devam ettirilen küçük yerel kültürler, cemaat ve tarikatlarda sürdürülen köylü muhafazakarlığı seçkinci anlamda kültüre öykünme ve saygı duyma işini tamamen bir kenara bıraktı. Büyük şehirlerde var olmak için gereken şey kültür değil paraydı. Parası olan güç ve nüfuz sahibi olabiliyordu. Türk sinemasında 80’lerdeki dönüşümü anlatan “Namussuz Namuslu” filminde bu durum başarıyla hicvedilmiştir.
Bütün bunlara ilaveten edinmek için yoğun bir rafinasyonun ve zihinsel çabanın gerektiği kültür iş hayatında hiç de avantajlı bir şey değildi. Kültürel zevkler hem pahalıydı hem de bunlara zaman ayırmak gerekiyordu, kimsenin kalın ve sıkıcı dünya klasiklerini okumaya vakti yoktu, ayrıca yapılması gereken onca iş ve iş dünyasının gerektirdiği itiş kakış arasında kültür biraz gereksiz, soft hatta efemine bir fenomen olarak görülebilirdi. Bunlara ilaveten toplumda 80 sonrasında yükselen köyden şehre göç etmiş ve Anadolu’da zenginleşmiş kuşağın gözünde kültür uzun süre kendilerini horlamış, batılı seçkinlerin alameti farikasıydı ve bir şekilde ona karşı kendi yerel ,ataerkil ve muhafazakar değerlerini kimi zaman en işlenmemiş ve hoyrat hali ile savunmaktan geri durmadılar. Onların okumuş ve şehirleşmiş çocukları bu ikilemde yetiştiler, 90’larda bu gençlik İslami muhafazakarlığın bugünkü kadrolarının temellerini atarken ellerinden modernizmi, batı kültürünü eleştiren yine batılı yazarlara ait kitapları düşürmeyeceklerdi ve kendilerine köylü muhafazakarlığı temelli, İslami sosyalizm motifli, postmodern demokrasi ve özgürlük temalı, modernizm eleştirilerinin ağır bastığı yeni bir derme çatma kültür inşa etmeye çalışacaklardı. Ancak bu kültür pragmatik değil modern seçkinlere karşı varoluşsal olarak yenilmesi gereken bir aşağılık kompleksinin sonucu olarak diyalektik bir kültürdü. Nitekim bu kitle modernizmin nimetlerinden yararlanmaya başlayınca bu kültür de ortadan yok oldu
Taşralı yeni okumuşlar yavaş yavaş sosyo-ekonomik açıdan yükselen grupların içinde yerini alırken Türkiye’nin eski seçkinleri yeni kuşakta çocuklarını çoğunlukla yurt dışındaki okullara gönderdi, iyi üniversitelerde okudular, kendilerini zorlamaksızın batılı kültürel normları benimsiyor ve uyguluyorlardı, hepsi anadili gibi yabancı dil konuşabiliyordu. İşte bu sınıflar ellerindeki nüfuz ve maddi gücün de etkisiyle 80’lerden sonra Özal ile dışa açılan Türkiye’nin yeni elitleri ve üst sınıflarını oluşturdular. Daha önce tiyatro, opera ve klasik müzik, kitap üzerinden yürüyen Avrupa ağırlıklı kültürel göstergeler ,özellikle iyi İngilizce konuşmanın vazgeçilmez olduğu, liberal ve özgürlükçü düşünmenin, bilgisayar ve teknolojiyi ustalıkla kullanmanın ve Amerikan tüketim biçimlerine alışık olmanın ve HBR’nin öncülük ettiği yeni iş teorilerini bilmenin yerini aldığı daha pratik ve Amerikanvari bir kültür algısına bıraktı. 1990’lar sonrası yönetici seçkinlerine dair yapılan bir araştırmada katılımcıların kültürü teknik yetkinlik seviyesi olarak algıladıkları, bunun aksine klasik soyutlama ve evrensellik üzerine kurlu kültürü hoş görseler de gerçekte asosyal bir karakterin yansıması olarak görüldüğünde negatif karşıladıkları tespit edilmiştir.
Ancak 2000’lerle beraber amerikanvari bu kültürel semboller ayağa düştü, herkes bilgisayar kullanabiliyor, internetten istediği yere ulaşabiliyor parası olan herkes teknolojiye sahip oluyor, fast food tüketebiliyor, parası varsa Holywood filmlerinde öne çıkarılan yaşam tarzını daha abartılı şekilde buralarda kurgulayabiliyordu. Böylece iş dünyasındaki son “kültür” vurgusu yavaşça sulara gömüldü. Bunun nedeni en başta söylediğimiz gibi iş hayatında kültürün 2000’lere kadar öneminin tek nedeninin ekonomik seçkinlerin kültürlü olmasıydı, kültürlü olmayan kişiler ekonomik seçkinler olunca kültürün de ayırt edici bir anlamı kalmadı. Bugün özel sektörde belki de geçerli tek statü yaratan kültürel fark “yabancı dil bilme” meselesidir. Onun dışında başka bir “kültürel sembol” kalmamıştır.
Bugün özel sektörde de devlette de büyük paralar kazanan ancak klasik anlamda “hiçbir kültürel sembolle” işi olmayan yüzbinlerce insan vardır. Bu kişiler “lise mezunu bir kişinin” bile bilmesi gerektiği düşünülen , temel edebiyat, tarih, coğrafya ve felsefe” bilgisine sahip değildir. Kitap okumaz. İçlerinde çok azı dergi takip eder. Buna karşı en vasat günlük gazeteler üzerinden düşünebilir bol İngilizce terimli konuşmalar yapabilir, pahalı tüketim zevklerine sahip olabilirler. İçlerinden çok azı iş hayatı üzerine yazılmış güncel dergi, kitap ve makaleleri okumak zorunluluğu hisseder. ( bırakın genel kültürü ,iş hayatı üzerine bile okunmaz) Bu zorunluluk iş dünyasının seçkinlerince 2000’lerde çoktan terkedilmiştir.
Türkiye’de yönetici seçkinler üzerine yapılan bir araştırmanın gösterdiği gibi , sosyal medyanın da yükselişi ile artık yeni kültürel göstergeler aynı zamanda şaşmaz bir maddi durum göstergesi de olan “ home decoration , travelling, gourmet zevkler ve genel olarak gusto” olmuş durumda. İş hayatına dair dergilerde yönetici seçkinlerin en büyük zevki yeni mekanlar ve yeni tatlar” keşfetmektir. Çoğunun kitap seçkileri alabildiğine yüzeysel ya da kullan at türünden market kitaplarıdır.
Tahsille kültürün bağının kopuşu ayrı bir hikayedir. Türkiye de 80 den sonra eğitim sistemi test ve sınav endeksli olunca çocuklar ilkokuldan itibaren sınav için çalıştılar. Onlar için dersler dünyayı kavrama ve anlama aracı değil test sorularını çözme aracına dönüştü. Böylece üniversite sınavında ağırlığı olan Türkçe, matematik, fen bilgisi gibi dersler öne çıkarken diğer dersler yavaş yavaş anlam ve önemini yitirdi. Sonuç olarak liseden mezun olan çocuklar- birkaç yabancı lise dışında- artık kültürlü bireyler olmayı bıraktı. Üniversiteye “iyi soru çözdükleri” için gelen kültürsüz ya da yerel kültürlü bu gençlerin üniversite 1. Sınıftan itibaren en büyük hayalleri devlette ya da özelde nasıl iş bulabilecekleriydi. Bu kaygı üniversitelere de yansıdı ve çocuklara piyasada iş bulduracak dersler müfredatlarda ağırlık kazanmaya başladı. Para kazandırmayacak dersler önemini yitirdi, o dersler geçildi ve sonrasında unutuldu. Sonuç olarak üniversite evrenselliğini yitirerek meslek okullarına dönüştü. Türkiye’de seçkin sınıfların ve iş dünyasının artık “kültürlü insanlardan oluşmamasının” bir nedeni de bu sistemdir.
Bütün bunların yanında Türkiye’de hem devlet hem de özelde “kültürsüzleşme” çok korkunç bir hızla ilerlemektedir. Bunun nedeni belki toplumun kültürel kodları ile çok yakından ilgilidir. Yeni dönemde yazılan yerli bir romanda bu durum son derece iyi eğitimli ve işi de iyi olan roman kahramanının dilinden şu şekilde ifade edilir : (okuma ve araştırmayı kastederek) “Eskiden bana da heyecan verirdi böyle şeyler, çok uzun okul ve araştırma yıllarımdan sonra bir kaç senelik bir piyasa tecrübesi içinde, bilginin Türkiye’nin en zararsız, en önemsiz, en umursanmaz şey olduğunu anlayıncaya kadar. Aslolan bağlantı ve rüşvetti, ve sadece faiz ve dövizdeki hareketleri önceden haber alabilme becerisiydi” ( Melekler Erkek Olur, Hamdi Koç)
Evet Türkiye’de insanların ne bildiği ya da ne kadar kültürlü olduğu değil kimi tanıdığı daha önemlidir. Bu ideoloji ve sosyal sınıf ayırt etmeksizin yüzyıllardır bu coğrafyadaki insanların düşünüş biçimi ile ilgilidir. Cemaatler, gruplar, klikler, alt örgütler şeklinde düşünmeye alışmış bu grupların iş hayatında ve politik yaşamda tercihleri çoğunlukla liyakatsizde olsa kendi benzerlerine yönelmektedir.
Türkiye’de tahsil kültürle bağını koparınca kişilerin sahip olduğu yegane kültür olan yerel kültür, aile kültürü, hemşehri kültürü, cemaat ve tarikat kültürleri eğitim hayatına atılan o kişilerle birlikte değişmeden ve ağırlığını yitirmeden yükselip daha sonra ulaştığı güç ve nüfuzla toplumu şekillendirmeye başlamıştır. Bugünkü liyakat probleminin en temel nedeni budur. Toplumda üzerinde uzlaşılan bir üst kültür olmayınca herkesin cebindeki kültür cebindeki para oranında geçer akçe olmaktadır. 80’lerden sonra yükselen ve 90’larda çekirdek kadroları oluşmaya başlayan muhafazakar kadroların oluşturdukları derme çatma ve reaktif kültür, sadece birbirlerini tanımalarına ve dışarıya karşı bir kimlik sahibi olmalarına yardımcı olmuş, iktidar imkanları oluşunca da liyakat yerine seçme ve yerleştirme kriterine dönüşmüştü. Keza o dönemden önce de bu işler batı kültürünün bir takım sembollerini onun yerli yansımalarını yarım yamalak taklit etmekten ibaret şekilde kendilerini muhafazakarların antitezi olarak tanımlayan çevrelerde yürütülüyordu. Siyasal ve finansal güce ulaştıktan sonra muhafazakarların elitist bir kültür tanımı yapamamaları , mensuplarını oldukça sığ ve önü alınmaz biçimde statü sembolü olarak paranın ulaşabildiklerini ( lüks tüketim ürünleri) ve şark kültürünün yüzeysel görüntülerinin kalitede ve derinlikle ucuz ama fiyatta pahalı şekilde üretildiği ürünleri vitrine koymalarına yol açacaktı. Zaten muhalefetteyken kendilerini o dönemin toplumsal seçkinlerine beğendirmek için yaptıkları bol atıflı, bol alıntılı kültür ve edebiyat kokan yazılı ve sözel üretimler iktidar ve paraya kavuşunca terkedildi. Muhafazakarlar kültür olarak batılı ve modern kültür formlarını içki karşıtlığı, faiz karşıtlığı ve alkol karşıtlığı çerçevesinde yeniden üretti, meşru dedikleri bu şeylere sadece İslami bir kılıf buldu, bir süre sonra ondan da vazgeçti. Muhafazakarlar dışındaki sağ çevrede kültür deyince tarihten ve edebiyattan daha ötesi anlaşılmaz. Kültür hayatı derinlemesine kavramanın aracı değil geçmişle bağlarını her gün yeni tekrarlarla sağlamlaştırmanın ve kendini romantikçe koşullandırmanın aracıdır. Bu kesimde kültürün iş dünyasında bir pratiği yoktur. İşin ve modern toplumun gereklerine harfiyen uyum sağlayıp derinlik sorunu yaşamadan edebiyat ve tarih fantazilerine devam etmek mümkündür. Sol kesimde ise kültür politikanın ve sermayenin bir eleştiri aracıdır. Sol’u yaşam tarzı olarak benimsemiş kişiler kendilerini bu eleştiri üzerinden tanımlarlar. O nedenle özel sektörde çalışmak ya da sermaye sahibi olmak onların öncelikleri arasında değildir, gerçek anlamda sol dünya görüşüne sahip olanlar devleti ve devlette çalışmayı kendilerine daha yakın görür. Romantik solcular ya da hafta sonu solcuları -ki bir çoğu Türkiye’de özel sektörün insan kaynağı havuzunu oluşturan eğitimli kesimler çoğunlukla bunlardır-için sol düşünce kendilerini, modern toplumda yaşadıkları açmazları, sıkıntılarını günah çıkarırcasına dile getirdikleri ancak pazartesi olunca piyasa zihniyetini kuşanıp işlerine devam ettikleri bir jargonun adıdır.
Tahsille kültür bağını koparınca ve üniversiteler meslek okuluna dönüşünce aslında şu da gerçekleşti : bilgi çağında yani 2000 ‘lerde bilgisayar ve internet kullanımı yaygınlaşınca yani bilgiye ulaşmak ve onu işlemek herkesin yapabileceği bir şey haline gelince üniversite mezunu olanla , üniversite mezunu olmayan ama iyi bilgisayar kullanabilen ve iş bitirici zeki tipler arasında fark kalmadı. Bu durum zamanla üniversite okumak için ayrılan zaman ve kaynağın sorgulanmasına yol açmıştır ve ülkemizde bu konu henüz fark edilmektedir Sonuç olarak üniversite mezununu mezun olmayandan ayıran bir kültürel formasyon yoksa, önemli işleri yürütme yeteneği ise üniversitelerin değerinin zamanla devalüe olması kaçınılmazdı.
Peki kültür iş hayatı için gerekli midir ? Çoğu zaman görgü ile kültürü karıştırırız. Görgü kültürün bir parçasıdır ama kültür değildir. İş hayatında görgüye ihtiyaç duyarız ama entelektüel derinlik anlamında kültürün iş hayatında en azından başlangıç düzeyindeki ve orta düzeydeki çalışanları için bir anlamı yoktur. Onlar zaten kendilerine verilen teknik ve ofis işlerini kendilerine söylendiği şekilde yapmak, kazandıkları paraları da televizyonda ve medyada gördükleri şekilde tüketmekten fazlasını aramazlar. Metropol temposunda çoğu insanın hayatta durmak ve düşünmek için zamanı yoktur.
Bildiğiniz üzere kültür “lento” bir fenomendir ve boş zamana ihtiyaç duyar. Daha fazla para kazanmak için daha fazla çalışarak ve kazandığından fazlasını harcayıp daha fazla çalışmak zorunda kaldığın bir ekonomide kültür bir ayak bağıdır. Yavaşlatıcıdır, esas mesele değildir.
Patronlar için bilgi ve görgü önemlidir ama çalışanlarının sahip olduğu entelektüel anlamda kültür fazla sivri değilse sadece ilginç bir hoşluktur. Çünkü iş hayatı para kazanmak üzerine kuruludur. 80’lerden önce de böyleydi, 90’larda iş adamları kültürlü görünmeye çalıştıkları zaman da aslında kültür pratikte işlerine yarayan bir şey değildi. Ancak globalleşme ile birlikte şu da gerçekleşti : iş hayatında rekabetin çetinleşmesine bağlı olarak rutin dışına çıkmak, farklı düşünmek, yaratıcılık ve inovasyon önem kazandı. Böylece dünyadan haberi olan, yabancılarla oturup kalkabilen, iş dışında birkaç kelam edebilen tipler önem kazandı, bu da şüphesiz çok derinlik gerektirmese de kültürün bir formuydu. Bu ihtiyaç daha ziyade üst düzey kadrolarda ortaya çıktı ve kültürlü ailelerin iyi eğitim görmüş çocukları tarafından giderilmeye devam ediliyor. Onun dışında alt kadrolarda kültür bir ihtiyaç olmayı bırakın bir mesele bile değildir. Fakat bu eğilim şöyle bir sakınca yaratır : kültür entelektüel bir fenomendir. İnsanın ilkel dürtüleri olan kazanmak, ele geçirmek, tüketmekten ziyade kendini ve dünyayı doğru kavrayarak kendinin ve dünyanın üzerine çıkmak çabası ile ilgilidir. Bir grupta insanın ilkel beynine ait olan kazanmak, sahip olmak, elde etmek ve tüketmek aktiviteleri en temel aktiviteler haline gelince zamanla o grupta davranışlar, konuşmalar ve eğilimlerin düzeyi akıldan ilkel beyne, güdülere ve nefsaniyete doğru geriler. Bugün gerek davranışsal, gerek düşünsel gerek se ahlaki olarak iş hayatında ve politikadaki düzeysizleşme ve etik yozlaşma büyük oranda bununla ilgilidir ve bu düzeysizleşme derinleşerek devam edecektir. Tersine olarak kişinin bilgi, görgü ve ethos ile kendi üzerinde kazandığı egemenliğe dayalı rafinasyon ve elitizm sosyal kaliteyi artırır.
Kültürün önemli hale geldiği bir diğer mesele modern işletmelerin hatta modern siyasal kurumların bugün en temel problemi olan liderlik problemi ile yakından bağlantılıdır. Bildiğimiz üzere kültür insanın bilinç, kontrol ve şekillendirme mekanizmalarıyla ilgili entelektüel bir beceridir. Eğer yöneticilik ve liderlik söz konusu ise bu makamlardaki kişilerin daha geniş düşünebilen, insanı, kendini ve dünyayı daha iyi tanıyabilen, kendini daha fazla kontrol edebilen kişiler olması zorunluluk haline gelmektedir. İşte bu tip kişiler ancak otantik anlamda kültür sahibi kişiler arasında bulunabilirler. Bir diğer husus da yaratıcılık ve özgünlük için kişinin rutinin ve ilkelliğin dışına çıkmış olması gerekir ki bu da bir derece kültürden nasiplenmiş olmayı gerektirir.
Sonuç olarak günümüzde tahsilin kültürle bağı kopmuştur, ekonomik seçkinlerin klasik anlamıyla kültürle bir ilintisi kalmamıştır. Kültürlü olmanın iş hayatının en azından başlangıcında bir anlamı yoktur, daha sonra ortaya çıkan bu ihtiyacı karşılayabilecek bir eğitim sistemi ve toplumsal kurgu mevcut değildir. Mevcut yapıda kültürlü bireylerin ortaya çıkması neredeyse imkansızdır. Kültürün klasik anlamıyla hayatımızdan çekilmesi düşünsel, sözel ve davranışsal olarak bir düzeysizleşmeyi beraberinde getirmiş sosyal kalite düşmüştür, ayrıca ekonomik ve politik seçkinlik için ayırt edici anlamı olmayan kültür liyakatsizliğe zemin hazırlamıştır. Türkiye’de gerek iş dünyasının gerek se siyasal elitlerin dünyanın gerisinden gelmesi ve dünyayı şekillendirici bir ağırlığa sahip olmaktan çok takipçi olmalarının altında bu kültürel yozluk bulunur. En kültürlü olunan yerde bu batıda üretilen bir takım şablonları yeniden üretmekten ya da taklitten öteye gidemez. Modern birey için gerek sosyal hayatta gerek se iş hayatında kültürün klasik dünyadaki anlamıyla farklılaştırıcı, güçlendirici, bireyleştirici ve bilinçlendirici bir tanımı yapılmalıdır.
Bütün bu olumsuz resme rağmen kültür gerçek liderlik ve vizyon ihtiyacı olan yerlerde hala en çok hayranlık uyandıran ve en çok aranan değer olmayı sürdürmektedir.
Bali,N.,Rıfat.,Tarz-ı hayattan life style, yeni seçkinler, yeni mekanlar, yeni yaşamlar,2002,İletişim yayınları
Akçaoğlu,Aksu,Zarif ve dinen makbul, muhafazakar üst orta sınıf habitusu,2018,İletişim yayınları
Budak, Özgür, Türkiye’de kapitalist yöneticiler sınıfı, 2015,Ayrıntı Yayınları
Özmen,Zehni, Beyaz yakalı yaşam tarzları, 2017,Phoeniks yayınları
Koç,Hamdi,Melekler erkek olur, 2020, Can Yayınları
Bourdieu, Pierre, Ayrım, beğeni yargısının toplumsal eleştirisi,2017,Heretik