Etik kelimesi eski Yunanca kişilik anlamına gelen ethos sözcüğünden türemiştir. Doğru davranışlarda bulunmak anlamında kullanılır. Doğrudan kastedilen tutarlı ve öngörülebilir olmaktır. Bu öngörülebilirlik kabul edilmiş davranış normları ve değerler çerçevesinde hareket etme beklentisidir. Kabul edilmiş normlar ve değerler çağlara ve inançlara göre bazı farklılıklar gösterdiği için etik anlayışları değişebilir ancak her değerler sisteminde etik davranış kabul edilen ortak değerler çerçevesinde hareket etmektir ki bu değişmez. Bu ortak değerler (ethos) kural ve yasaya (nomos) dönüşerek kurumlaşır. İnsan topluluklarının bir ethos çerçevesinde hareket etmeleri gereği onların en önemli özelliği olan sosyalliklerinin hem şartı hem de sonucudur. Şartıdır çünkü eğer o insan topluluğunun üzerinde uzlaştıkları ortak bir ethosları yoksa ilişkileri öngörülmez ve güvensiz olur. Böyle bir ortamda dayanışma, bağlılık, saygı, ortak hareket etme ve işbirliği gibi kavramlar gelişmez. Sonucudur çünkü bir arada yaşayan insanlar o biraradalığı sürdürmek için daha fazla ortak değer ve kavramlar geliştirmek, bunları paylaşmak, hatta daha gelişmiş sosyal organizasyonlara dönüştükleri yerde bunları kurumlaştırmak zorundadırlar. Bu bağlamda ethos ve etik davranış insanın en gelişkin sosyal organizasyonu olan devlete dönüşebilecek bir nüve taşır ve bütün kurumsallıkların temelinde yer alır.
İnsanın yarattığı en karmaşık sosyal ekosistemlerden biri olan iş hayatında da doğal olarak resmi olarak formüle edilmediği yerde bile zımnen kabul edilmiş olan etik kodlar mevcuttur. Kurumsal ya da değil tüm başarılı iş organizasyonları bir etik kabul çerçevesinde hareket eder. Kurumların politikaları bu etik kodlara uygunsa takdir edilir, uygun değilse , beklenen, yani kabul edilen normlara aykırı bir davranış söz konusu olduğundan bu tepki, güvensizlik, endişe yaratır. Bunun kurum için sonucu
- Çalışanların bağlılığında zayıflama
- Paydaşlarının güveninde azalma
- İş çevrelerinde itibar kaybı olacaktır.
İnsan topluluklarında karşılıklı alışveriş, işbirliği, anlaşma gibi ilişkilerin temeli karşılıklı güvendir. Hatta öyle ki çatışmanın en yıkıcı örneği olan savaş bile taraflar arası bir ilişki biçimi olduğundan onun da ilkeleri hatta savaş hukukunda söz edebiliyoruz. Dolayısıyla insan her ne yaparsa yapsın karşı tarafla bir ilişkiye giriyorsa onun davranışlarını mümkün olduğunca öngörmek ister. Ancak ilkelliğin ve vahşiliğin uç noktalarındaki çatışmalarda ethosdan yoksun bir uygulayış söz konusudur.
İş hayatında işçi ile işveren arasında kurulan ilişkiden tutun, müşteri ve satıcı, kurum ve hissedarlar hatta devlet ve özel sektör arasında öncelikle kabul edilmiş değerler üzerine kurulu bir ilişki beklentisi vardır. Örneğin Borçlar Kanunu işçi işle işveren arasındaki iş ilişkisinin yazılı olmasını şart koşmaz. Biri çalışmayı diğeri ücret vermeyi kabul ettiyse ve bu yönde bir irade bildirimi olmuşsa iş ilişkisi kurulmuş demektir. Bu ilişki sonucunda taraflardan işçi iş görme ve sadakat borcuna aykırı davransa, işveren de ücret ödemeyi reddetse ortaya çıkan davranış öncelikle etik dışıdır, sonra kanun dışıdır. Ahlaken güçlü ve sağlıklı toplumlarda ethos yani ahlak , nomos yani hukuktan daha güçlüdür. Böyle yerlerde insanlar kişisel sözleriyle bağlanır, kabul ettikleri değerlere uygun onurlu ve örf sahibi biri gibi davranabilmek için gerektiğinde hayatlarını hiçe sayarlar. Etiğin gücünü yitirdiği toplumlar sosyal olarak daha zayıf ve çözülmüş toplumlardır. Bu tip topluluklarda hukuk normları etiğin yerini alır, bir şey hukuka uygunsa etik olup olmaması önemsizleşebilir, bu durum kozmopolit toplumlarda üzerinde uzlaşılan değerlerin silikleşmesi ve hukuk kurallarından oluşan kalker bir iskelete dönüşmesidir. Böyle bir toplumda sosyal güven daha fazla hukukçu, daha fazla polis, daha fazla güvenlik görevlisi, daha fazla güvenlik ve korunma sistemleri, daha yakın gözleme ve kontrolle sağlanmak zorundadır.
Ancak içten içe insanlar ilişkilerinde hukukun değil etiğin yarattığı güvene ihtiyaç duyar ve onu ararlar. Örneğin sırf hukuk kurallarına güvenerek güvenmediğiniz bir kişiyle alışveriş içinde olmazsınız. Hukuk kuralları sizin haklı olduğunuzu yüzde yüz garanti etse bile güvenmediğiniz bir kişi ile alışverişten kaçınırsınız. Mecbur kalmazsanız çalışanlarına dürüst davranmayan bir şirkette çalışmak istemezsiniz, etiğin olmadığı yerde hukuk bizi korusa da etiğin olmadığını düşündüğümüz yerden uzaklaşmayı tercih ederiz.
Günümüzde modern toplumun gün geçtikçe kural ve prosedürlerden , hukuki normlardan oluşan bir topluluğa evrilmiş olmasına rağmen iş hayatında etik ağırlık ve önemini artırmaktadır. Bunun nedeni en başta belirttiğimiz iş hayatının komplike sosyal doğası ile ilgilidir. İnsanların gönül rızalarıyla bir araya gelip birlikte çalışmayı, alış veriş yapmayı, işbirliği yapmayı seçtikleri, birbirlerine bir takım sözler verdikleri, bir takım taahhüt altına girdikleri alanın salt hukuk kurallarıyla yönetilmesine imkan yoktur. Burada her şeyden önce beklenilen güvendir. Bu güveni tesis edecek de medeni bir toplumda birey -birey, birey-kurum, birey-toplum, kurum-toplum, birey-devlet, kurum-devlet ,toplum-devlet arasında karşılıklı ilişkileri mümkün kılan değerlerdir. Eğer bu saydığımız aktörler, belirtilen ilişkileri kurarken aynı değerlere referans vermiyorlar ve ona uygun davranmıyorlarsa ilişkinin yerini çatışkı, hatta kaos alır. O nedenle ethosun aşındığı ve toplumun kozmopolitleştiği modern cemiyette kişilerin ve kurumların hangi etik ilkelere bağlı olduklarını topluma ilan etmeleri önem kazanmıştır. İş etiği kavramının yükselişi işte bu zeminde aranabilir. Kurumlar evrensel değerlere göre etik kodları oluşturur ve bu kodlara uygun davranacaklarını tüm paydaşlarına ve topluma ilan ederler. Bu deklerasyon ilişkide oldukları taraflarda güven esasına dayalı ilişkiler kurmalarını mümkün kılar. Kişi ve kurumların sosyal bir cangıla dönüşmüş bir toplumda bir takım evrensel ilkelere uyma taahhüdü vermiş olması ise oldukça itibarlı ve yüksek bir davranıştır. Bu davranışın motivasyonu itibariyle ilk insan topluluklarının oluşturduğu sosyal gruplarda bireyden beklenen törel ( etik) sağlamlıkla ilgisi vardır, çünkü güvenilirliğin ilk şartı ortak değerlerde birleşmektir. Şayet hem sosyal hem de ekonomik açıdan sürdürülebilir bir dünyada yaşamak istiyorsak ortak yaşama pratiklerimize göre şekillenmiş evrensel etik normlara uygun davranmamız ve bunu yaygınlaştırmamız zorunludur.
Bir kurumda şirketin çalışanlara karşı etik davranışı kurumsallığın ve adaletin temelini oluşturur. Tüm çalışanlar için geçerli prosedürler oluşturmak, bunları duyurmak, bunlara ayrım gözetmeksizin uyulmasını sağlamak, bu konuda sağlam ve öngörülebilir politikalar üretmek hep temelinde etik tutumun yer aldığı kurumsal uygulamalardır ve temel amacı çalışanın çalıştığı kuruma güvenmesini sağlamaktır. Çalıştığı kuruma güvenen çalışanın bağlılığı artar, bağlılığı artan çalışanın motivasyonu ve performansı yükselir. Buna karşı çalışan şirketi yönetenlerin etik tutarlılığına güvenmiyorsa, şirkette kurumsal adaletin olmadığını düşünüyorsa kuruma yabancılaşır, kendini korumak için tedbirler alır, güvensiz hisseder, iş çıktılarına dönüşecek enerjiyi kişisel güvenliğini ve tatminini dengelemek için kullanır.
Sonuç olarak günümüzde belki biraz içi boş, bir miktar lüks gibi görünen etik kavramı insanoğlunun bir tür olarak bir araya gelmesini ve hayatta kalarak doğaya karşı başarılı olmasını sağlayan sosyalleşme becerisinin temelinde bulunan karşılıklı “güven” ihtiyacının bir şartıdır. Nerede bir sosyal ilişki varsa orada güven olmak zorundadır ve nerede güven varsa orada “etik” olmak zorundadır.