Erdem peşinde koşan kimse kendi kendisi için istediği iyiliği başkaları için de isteyecektir.
Benedictus Spinoza
Conscientia mille testes – Vicdan binlerce tanıktır.
Erasmus
Dünya doğruluk üzerine kurulmuştur.
PİYASA
Kapitalist serbest piyasa öğretisi temel amacı kar elde etmek olan .rekabet ve güçlü olanın ayakta kaldığı selektif bir mekanizma üzerine kuruludur. Fransız iktisatçı Frederic Lordon’a göre kapitalizm’i ortaya çıkaran bireyde içkin olan “conatus” kavramıdır. Conatus sahip olma, elde etme ve bizatihi kör bir yaşama içgüdüsüdür. Genel arzulayıcı güç ve insanın özü olan conatus, ontolojik açıdan bakıldığında öncelikle saf atılımdır,ama gideceği belirli bir yön yoktur. O nesnesi olmayan arzudur. Bu güdü birilerini diğerlerinden daha çok sahip olmaya hatta diğerlerine de sahip olmaya kadar götürebilir ve bu tavır aslında piyasayı tanımlayan bireysel kazanç ve rekabet kavramının da temelini oluşturur. Piyasanın işleyişini düzenleyen temelde 2 şey vardır. Bunlardan ilki kaynakların bolluğu ve kıtlığını belirleyen arz- talep yasası, diğeri ise düzenleyici bir üst aygıt olarak devletin koyduğu kurallardır. Uluslararası ticaret anlaşmaları ve günümüze doğru gelindikçe daha kapsamlı küresel çerçeve anlaşmalarıyla devletler üstü organlar da piyasanın işleyişini düzenleyen bir güce dönüşmüştür. Bu düzenlemelerin olmadığını varsaydığımızda piyasa kar elde etmek ve hayatta kalmak amacında olan aktörlerin birbirlerine kuralsızca saldırdıkları bir cangıla dönüşür ki buna vahşi kapitalizm diyoruz. Bu soyutlama piyasanın temel işleyiş mekanizmasının Spinoza’nın kör elde etme arzusu conatus kavramının bir türevi olduğunu gözler önüne serer. Çünkü piyasayı düzenleyen aktörler asıl olarak piyasanın dışındadırlar. Piyasa aktörünün temel güdülerini sınırlayıcı ya da düzenleyici her kavram onun temel doğasına aykırıdır. Dolayısıyla kapitalist işletmenin temel doğası kazanç maksimizasyonu ve büyüme dışında tüm kavramları dışlar. Bunun dışındaki tüm uygulamalar ve beklentiler işin doğası gereği ikincildir. Piyasanın mantığı en saf haliyle “ kazanan hepsini alır” mantığıdır. Senneth besin zincirinin en tepesindeki yırtıcılarla özdeşleştirdiği bu kavramın insan topluluklarındaki karşılığının savaş ve soykırım, piyasadaki karşılığının ise tekelcilik mantığı, yani bütün rakiplerini ortadan kaldırmak olduğunu söylerken haklıdır. ( Senneth:2012) Kazanan her şeyi alır mantığında taraflar arasındaki bağlar kopuktur ve bu eğilim bir süre sonra kendi kendisini yok eden bir paradoksa dönüşür. Gibson’un deyişiyle “ sistematik bencillik” serbest piyasada temek olarak faydalı bir özellik haline gelmiştir. (Gibson:2018)
GENEL İŞ KÜLTÜRÜ
Ülkelerin tarihsel süreçlerine, sosyo kültürel önceliklerine göre değişiyor olsa da bugün dünya üzerinde genel iş kültürü olarak tanımlanan şey kapitalizmin, daha genelinde küresel kapitalizmin iş yapma şeklidir. Piyasa giren aktörler bu kültürü içselleştirir ve ona göre hareket ederler. Bu kültürün temel normları :
1- Girdi maliyetlerini düşürmek
2-Yeni Pazar ve müşterilere ulaşmak
3-Ürün farklılaştırmak
4-Rakiplerini ortadan kaldırmaktır
Piyasa aktörleri bu önceliklerle hareket ederken ulusal ve küresel normlar tarafından sınırlandırılırlar ve piyasadaki kaynak kısıtları ya da bolluğundan kaynaklanan dinamiklere uygun hareket etmek zorunda kalırlar. Bu düzenleyiciler piyasa aktörlerinin hareketlerini
1- Devlet yararına
2-Toplum yararına
3-Birey yararına
4-Son yıllarda ( 1990 lardan sonra 1970 lerin yönetilemezleşen neoliberalizmine karşı bir denetleyici olarak önerilen “good governance” iyi yönetişim kavramı özelinde ortaya çıkan bir öncelik olarak uluslararası toplum yahut ortak küresel yararlara göre kısıtlarlar. Bir anlamda oyunun kuralları belirlenerek firmalar belli sınırlar içinde kalmaya itilir. Ancak bu dışşal düzenleyiciler aktörlerin temel dürtülerinde bir değişikliğe neden olmaz, sadece onu gemler. Bu nedenle düzenleyici müdahalelerdeki her boşluk yahut gevşeklik girişimcideki temel dürtüyü tetikler ve onu kişisel faydası için bunu kullanarak avantaj aramaya iter. Özellikle denetim mekanizmalarının güçlü olmadığı , yahut devletin düzenleyici ve denetleyici yetkelerinin manipüle edilebildiği ortamlarda piyasanın bu egoist temel dürtüsü genel bir iş kültürü olarak ortaya çıkar. Avrupa’da sanayi devrimi sonrası ve sömürgeciliğin yayılışına bağlı olarak gelişen Darwin’in biyolojik kuramlarını açıklamak için ortaya koyduğu “ doğal seleksiyon (natural selection) kavramının sosyal konulara izafe edilmesiyle ortaya çıkan Herbert Spencer’ın Sosyal Darwinizm’i , güçlü olanın ayakta kaldığı, ayakta kalanın da tarihi ve hukuğu şekillendirdiği , güçlü olanın haklı olduğu tarzında birtakım görüşlerin genel bir düşünce biçimi olarak (mind frame) geniş halk kitlelerini de etkileyecek şekilde yayılmasına yol açmıştır. Modern öncesi dönemde ahlakın insan üstü kökleri olduğuna dayalı inanç, özellikle Marksist ekonomi politiğin incelikle ortaya koyduğu gibi hukuk, ahlak, siyaset gibi üst yapı kurumlarının aslında ekonomik ilişkilerce belirlendiği argümanları ışığında, ahlakın ve etiğin göreceli olduğu kavramı en güçlünün ayakta kaldığı, galip gelmenin herşeyden önemli olduğu ( Might is right !) toplumsal ve bireysel davranış modeliyle değişmiştir. Bu düşünceler hem kapitalizmin yükselişi ile birlikte kapitalist piyasa anlayışının sosyal ve bilimsel paradigmaları etkilemesiyle hem de onlardan etkileyerek daha da güçlenmesiyle ilgilidir. Nietzsche daha ileri giderek ahlakın kökenini zayıf türlerin güçlüleri baskı altına almasının bir aracı olduğunu öne sürmüş ( das Moral als Gegenprincip gegen die furchtbare Explosion der Maechtigen : Nützlich für den Niedrigen , Wille zur Macht :) bu felsefi önerme ve yine Nietzsche’ye izafe edebileceğimiz “yaratıcı yıkım” kavramı ünlü İktisatçı Schumpeter’in The Theory of Economic Development adlı kitabında dile getirdiği “girişimci” kavramında piyasanın doğal tekrarına meydan okuyarak sıra dışı yollar keşfederek piyasanın diğer aktörlerini safdışı bırakan insan tipolojisinde ete kemiğe bürünmüştür. “Fethetme, yenme, başkalarından güçlü olma arzusu”nun (Heilbroner: 2008) motive ettiği bu “girişimci” tip şüphesiz modern sömürgecilik ve kapitalizm çağında insanlar için anlaması ve kabul edilmesi zor olan bir kişilik değildi. Sonraları ve günümüze kadar bu yaratıcı -yıkıcı” girişimci tipolojisi özellikle “ Amerikan tipi iş adamı ve Amerikanvari başarı ideallerinde” hayatın her alanında , Holywood yapımlarıyla birlikte popüler kültüre eklemlenerek sosyal stratanın en altındaki sınıflarda bile kabul görmüş bir model olarak varlığını sürdürmektedir.
YÖNETSEL ÖNCELİKLER
Düzenleyici kuralların esnediği yahut flulaştığı ortamlarda piyasa ilkel haline yani vahşi kapitalizme doğru ivmelenecektir. Piyasanın aktörleri arasında rekabetin kuralsızlaşarak kızıştığı bu ortamda kurumların yönetsel öncelikleri arasında daha fazla kazanmak, rakiplerini ekarte etmek ve böylece hayatta kalmak ciddi bir öncelik haline gelir. Böyle bir ortamda piyasa aktörlerini hayatta kalma ve rekabet etme temel önceliğinden dolayı devlet, toplum, birey ve küresel menfaatleri düşünmez. Dolayısıyla böyle bir ortamda etik, uyum, şeffaflık, sosyal sorumluluk gibi kavramlar kurumlarda kağıt üzerinde kalan ve realiteyle örtüşmeyen kavramlardır. Kevin Gibson’a göre “hissedarlara gelir getirecek şekilde firmayı yönetmek ve hayatta kalmak, büyümek ve her zamankinden daha fazla etkili olmak için önemli baskılara göğüs germelerini gerektiren sorumluluklara sahip olan ve bunu rekabet koşulları ve hükümet denetiminde yapmaları gereken şirket yönetimlerinde iş kararlarının ahlaki boyutunun sonradan akla gelmesi şaşırtıcı değildir. ( Gibson :2017) Yakın sayılabilecek bir dönemde 1970 lerde sosyal sorumluluk ve seküler iş etiği kavramı henüz yeni şekillenirken Amerikalı ünlü iktisatçı Friedman “İşletmenin sosyal sorumluluğu karını artırmaktır, işletmelerin bunun dışında sosyal sorumlulukları olduğunu benimseme güdüsü saf ve katıksız sosyalizmdir” diyebiliyordu.( Mees: 2021) Friedman’ın bu ifadeleri normatif çerçeveye tabi olmayan piyasa ve iş kültürünün saf halinin iç sesi olması açısından önemlidir.
Düzenleyici kuralların flulaştığı piyasalarda özellikle yaptırımı olmayan bir takım yükümlülüklerle hareket etmek piyasa aktörleri için pratikte bir naiflikten öteye gitmez. O nedenle aktörlerin yönetsel öncelikleri arasında bulunmaz. Bu durum düzenleyici ilkelerin olmadığı piyasayı negatif anlamda daha da hızlandırarak bir kaos durumuna dönüştürüp uzun dönemde aktörlerin hepsine zarar verse de durum değişmeyecektir.
REEL PRATİK
İnsanlık tarihinde ortaya çıkışı için görece yeni ama küresel etkileri açısından tüm insanlığı dönüştürücü etkisi olan “küresel kapitalizm” ve onun dayandığı “ serbest piyasa” kavramı bugün dünyada çalışmanın ve ticaretin bütün alanlarına yayılmış durumdadır. Yine bu çağa özgü “metafizik” bir dogma olarak göreceğimiz bu “piyasa ve girişim” inancının gereği olarak ortaya çıkan “genel iş kültürü” ve bu kültürün piyasada reel olarak var olan aktörlere dayattığı “ yönetsel öncelikler” ( yani kar elde etme, ayakta kalma, kazanma, büyüme) pratik olarak bu hedefleri sınırlandıracak her türlü düzenlemeyi dışlar. Bu dışlamanın temelinde yukarıdaki satırlarda izah ettiğimiz gibi doğa seleksiyona, güçlünün ve kazanın haklı olduğuna, insanın her şeyden önce ve her şeye rağmen kazanması gerektiğine dair “mitik “diyebileceğimiz bir inanç ve kendi kendini büyütmek zorunda olan küresel sermayenin otonom öncelikleri yer alır. Dünya artık küresel renge bürünmüş tüm popüler kültürlerde kazananı nasıl kazandığına bakmadan alkışlayan bir yere evrilmiştir ve “para” sahibi olmak kazanmanın yegane göstergesi haline gelmiştir. Yine küresel sermaye o kadar büyümüştür ki bu sermayenin gücü ulus devletlerin politik ve ekonomik kudretinin üzerine çıkmış, onların koyduğu yasalarca kontrol edilmez hale gelmiştir. Bugün dünyada ekonomik etkinliği tanımlayan küresel ticaret, insanlar bireyler tarafından belirlenen ve denetlenen bir etkinlik olmanın çok ötesinde gücü, etkisi ve sınırları bireyleri hatta ulus devletleri aşan gerçek bir “leviathan” a dönüşmüş durumdadır. Böyle bir dünyada bireylerin sistemi “ etik gerekçelerde “ denetleyebilmeleri çok iyimser bir beklentidir. Yine böyle bir yapıda sistemin kendisini etik olarak denetleyebilmesi de mümkün değildir çünkü sistem bireylerin denetiminden çıkmış “kendi kendine işleyen-kendinden menkul bir “entité” haline gelmiştir. Böyle bir ortamın reel pratiğinde “ etik” sınırsız bir kapitalist ihtiras ve onun aktörleri ile onların karşısında kendisini korumaya çalışan “ bireylerin, o bireylerden oluşan sivil toplum kuruluşlarının ve yereldeki o bireylerin çıkarlarını korumaya çalışan ulus devletlerin bir savaş alanı olmaktan başka bir anlama sahip olmaz. Çünkü bugün dünyada etiği tüm sermayenin üzerinde onun etkilerinden bağımsız olarak denetleyecek ve bu denetleme neticesinde bir takım yaptırımlar uygulayacak bir güç bulunmaz. Buna karşın bireyler ve kurumlar etiği pratik olarak ya düzenleyici politik otorite olan “ devletin” normlarına dayandığı ölçüde, yahut ticaret yaptıkları yahut ticari ilişki içinde oldukları üçüncü taraf devletlerin norm ve kurallarına dayandığı ölçüde benimser. Örneğin Türkiye’de faaliyet gösteren bir ticari işletme için etik ilkeler ancak buna uyulmadığı zaman ortaya çıkacak idari ve cezai yaptırımlar söz konusu ise dikkate alınır. Zararları atıklarını çevreye yayma, sigortasız işçi çalıştırma, İSG kurallarına uymama, kamuya rüşvet verme gibi etik olmayan iş pratikleri ilk aşamada düzenleyici otorite olan devlet tarafından bu davranışlara cezai yaptırım uygulandığı ölçüde kaçınılacak eylemlerdir. Aksine cezai yaptırımı olmayan her etik dışı eylem piyasanın “ acımasız” kuralları ve iş hayatının “ustalık gerektiren” kurt kanunları gereği uygulanabilirdir. Diğer yandan ikinci aşamada Türkiye’de faaliyet gösteren ticari bir işletme , eğer uluslararası bir tedarik zincirinin parçası olmak istiyorsa , parçası olacağı ülkenin ya da sermaye grubunun “etik” duyarlılıklarına saygılı olması beklenir. Burada temel güdüleyici iş yapma ve kar elde etmedir. Eğer para kazanmak istiyorsanız müşterilerinizin önceliklerine uyum sağlarsınız. Türkiye’de ki bu ticari işletmenin Türkiye sınırlarının çok dışına çıkarak küresel bir etkinlik kazanması halinde mesele bir iş yapıp yapmama olmaktan çıkar ve kabul gören bir uluslararası oyuncu olmak için belli normlara uyup uymamaya dönüşür ki bunun hem para kazanma, hem itibar yönetme hem de rekabet edebilme açısından ciddi sonuçları vardır. Aslında reel olarak piyasalarda işleyiş Becker’in “ Basit akılcı suç modeli” ne dayanır. (Ariely: 2014) Piyasanın aktörleri etik duyarlılıklara uymak ya da uymamak konusunda “ fayda maliyet” analizi yaparlar. Uymalarını gerektirecek Cezai, ekonomik ve itibari yaptırımlar yoksa uymazlar. Bireyler için geçerli olmadığını düşündüğüm BASM ( Basit akılcı suç modeli) piyasa aktörlerine rahatça uygulanabilir. Şüphesiz reel pratiğin etik aleyhine seyretmesinin bir nedeni de günümüzde hakikatin değil inandırıcılığın önemli olduğu bir çağda yaşıyor oluşumuzdur. Adil ve doğru ( just and right) değil de hukuka uygun ( legal) olanı tercih ettiğimiz dönüm noktasından sonra şimdi de toplumsal olarak hakikat değil inandırıcılığın peşindeyiz. Ralp Keyes’in deyişi ile “ hakikat sonrası çağ ” ( post-truth era ) bu dönemi en iyi tanımlayan kavram. Hakikat sonrası çağ etik açıdan bir alacakaranlık kuşağında yer alıyor ve yalancı olduğumuzu düşünmeden gerçeği gizlememizi sağlıyor. ( Keyes: 2019) Günümüzde doğruluk insanlar için pratik bir değer ifade etmiyor, haklılık, inandırma, ikna etme, aldatma ve bu yolla güce ve imkana ulaşma ve zararları savuşturma çok daha önemli bir beceri olarak görülüyor. Kişiler bu reel pratikte ancak etik olmayan davranış kendilerine maddi, cezai, itibari bir zarar getiriyorsa o davranıştan kaçınıyorlar. Onun haricinde normal ve sağlıklı insan topluluklarında görülen, özsaygı (self esteem) , onur (honour), , haysiyet(dignity), dürüstlük (integrity) ve modern toplumda anlaşılan itibardan(credibility) daha farklı bir kavram olan pre-modern itibar(esteem) artık modası geçmiş, geçmemişse de akıl dışı olarak görülüp dışlanan değerlerdir. Kişinin bireysel menfaati için zarar görmediği sürece her şeyi yapabilmesi hem toplumsal bir pratik hem de başta Holywood yapımlarıyla dünyaya yayılan sonra her yere ve herkese bulaşıcı bir hastalık gibi sirayet eden, yalan, entrika, aldatma ve bunları yaparak başarı ve güç kazanma becerisi olarak dünyada halk kitleleri düzeyinde kabul gören ve alkışlanan bir mittir. Bu mit dünyada özellikle belgesel endüstrisi ve popüler tarihçiliğin gelişiminden sonra hayvanların dünyasında ustalık, aldatma ve birbirini haklamaların ucuz, pahalı yüzbinlerce versiyonunu üretmiş ve kitlelerin beğenisine sunmuştur. Köpekbalıklarının, aslanların, yılanların avlanma ve hayatta kalma becerilerine eşlik eden anlatı çoğu zaman insanı da biyolojik bir tür ve hayatta kalma savaşı veren bir canlı olarak kabul ettiğimiz sürece zımni olarak ahlaki bir ders içerir ve bu ders geniş halk kitlelerince sevilerek tüketilir. Diğer yandan özellikle Nietzsche’nin belki de istemeden sebep olduğu biçimde, dünyayı inşa eden bütün büyük adamların, savaşçıların, liderlerin, dâhilerin aslında ahlakdışı adamlar olduğu, zaferlerini uyanıklık ve ahlakdışı yollarla kazandıkları, rakiplerini onursuzca alt ettikleri, zafere giden yolda her şeyi yaptıkları inancı üzerine kurulu insan toplumlarının tarihte birbirleri üzerine vahşi hayvanlar gibi atıldıkları argümanı ,insanı bir cangıl avcısına indirgeyen primitivist saplantılı popüler tarihçiliğin de bugün etikten bu denli uzak bireysel “reel pratikleri” beslediği aşikardır. Bugünün miti büyük ve güçlü olmanın yolunun etikten, ahlaktan yani insanı güce götürecek her türlü bağdan vicdani olarak özgür olmamız gerektiğidir. Günümüzde reel pratiği etikten her an biraz daha uzaklaştıran bir diğer gerçeklik ise Sandel’in deyişiyle piyasanın ve piyasa odaklı düşünmenin geleneksel olarak piyasa odaklı olmayan normlar tarafından yönetilen hayatın alanlarına uzanmasıdır. ( Sandel:2015) . Peki bu ne demektir. Bu bir anlamda her şeyi satılık olduğu bir topluma geçiş demektir. Böyle bir toplumsa adalet, güven, inandırıcılık da satılıktır. İnsanın varoluşuna referans teşkil edecek güveneceği hiçbir sabit değer kalmaz. Örneğin böyle bir toplumda özel sektör bir takım denetlemelerden parayla geçer, parayla bir takım sertifikalar edinilir, okullarda parayla diplomalar verilir, hastanelerde hastaya daha çok kazanmak için yanlış ve gereksiz uygulamalar yapılır. Mahkemelerin kararları satın alınabilir, doğrudan satın alınamasa da mahkemelerin sonuçlarını etkileyecek politik nüfuz satın alınabilir. Her şeyden önce devleti kamu yararına yönetmesi beklenen siyasi seçkinler ve onların eğilimleri satın alınabilir, böylelikle pratik olarak devlet satın alınabilir. Bugün reel bir pratik olarak bütün bu sayılanlar mevcuttur ve politik olarak da liberal demokrasiye yöneltilen en ciddi eleştirilerin çıkış noktasıdır. Toplumda paranın, maddi menfaatin ulaşabileceği güç her türlü bireysel yahut politik karşı duruşun üzerindedir ve bu durum etik tutumu naif bir hoşluğa doğru ittirmekte ciddiye alınmasını -en azından reel dünyada- zorlaştırmaktadır.
ETİK
Piyasa aktörlerini düzenleyici ilkelere uymaya itebilecek 3 zorunluluk vardır. Bunlar
1- Kamu gücü / hukuksal yaptırım
2-Kurumun ticari menfaatlerini etkileyen ulusal yahut uluslararası çerçeve normlar veya müşterilerin beklentileri
3-Etik ve ilkesel duyarlılıktır.
Kamu Gücü / Hukuksal Yaptırım : Sosyo-ekonomik yaşamı düzenleyen normlarıyla devlet belirlediği normlara uymayanlara karşı cezai yaptırımlar uygular ve normlara uyulmasını denetler. Bu hem otorite sınırları içinde öngörülebilir bir düzeni sürdürmek, hem de gücün ve servetin yeniden üretimini ve sürdürülebilirliğini mümkün kılmak içindir. Bu denetim ve yaptırım gücü piyasa aktörlerini normlara uymaya zorlar.
Uluslararası Çerçeve Normlar ve Global Piyasaların Beklentileri : Karlılığını ve rekabetçiliğini ulusal sınırların dışına taşımak isteyen ve küresel ticaretten pay almak isteyen kurumlar bu alanda var olabilmek ve kabul görmek için küresel normlara uymak zorundadırlar. Aksi halde global tedarik zincirlerinin bir halkası olarak kabul görmez ve ticari menfaatlerini sürdüremezler. Bu durum bizatihi özellikle gelişmişlik düzeyi düşük ülkelerdeki sermaye grupları için ciddi bir motivasyon kaynağıdır.
Etik ve İlkesel Duyarlılıklar: Gerçek anlamda liberal piyasa ekonomisi, şeffaflık ve demokrasi kültürünün hakim olduğu ülkelerde bireysel menfaatler kamu yararının sağlanması ve bireysel özgürlüklerin sürdürülmesi adına hukuksal ve bürokratik denetim mekanizmalarının ötesinde aktörlerin itibarını ve hesap verebilirliğini pekiştirici, böylelikle toplumsal güvenilirlik ve işbirliğini destekleyici şekilde bir takım normlar ve beklentilerle çerçevelenirler. Biz bunlara genel olarak etik ve ilkesel duyarlılıklar diyebiliriz. Etik kültürün güçlü olduğu toplumlarda bu beklentileri karşılayamamak ya da bu normları çiğnemek ciddi itibar kayıplarıyla dolayısıyla maddi kayıplarla neticelenebilir. Ayrıca özellikle batılı ülkelerde sosyo-ekonomik sürdürülebilirlik adına etik normlar çoğu yerde cezai yaptırımlarla yan yana yürümekte bu da kurum ve bireylere etik ihlaller, uygunsuzluklar ve suiistimaller neticesinde çok ağır yaptırımlar yükleyebilmektedir. Günümüzde işletmelerin performanslarının bilançolarındaki karlılıkla değil, yaratmış oldukları değer ile ölçüldüğü bir ortamda etik ihlallerin yaratacağı itibari kayıpların şirketin gayrı maddi varlıklarında ( non tangible assets) yaratacağı kayıp azımsanmayacak bir tehdittir. Ayrıca Bullock’un 1977 de ifade ettiği gibi özellikle büyük sermayeli şirketlerde şirketi sadece hissedarların malik olduğu ve sorumlu olduğu bir yapı olarak görmek gerçekçi değildir. Büyük sermaye ve fonlar çoğu zaman malikleri anonim, profesyoneller tarafından yönetilen ve en önemli paydaşının içinde bulunduğu toplum olduğu devasa yapılara dönüşmüştür.( Mees:2021) Şirketler ideolojik bir söylem olarak her ne kadar kendilerini kamusal alanda değil de “özel alanda” tanımlayan aktörler olsalar da modern bir iktisadi organizasyon olarak şirketlerin kamusal aktörler olduklarını söylemek mümkündür. Hukuksal olarak özel kişi perdesi altına sokulmuş olmaları ,şirketlerin toplumsal sınıf ve gruplar arasındaki ilişkilerin belli şekillerde örgütlenmiş olduğunu telkin eden derin sosyolojilerini ortadan kaldırmamaktadır. (Bekmen : 2014) Ayrıca kapitalizmi etik bir sorumluluğa tabi tutmanın bir diğer nedeni de toplumun üzerine yüklediği ve tüketici kaynaklı olmayan negatif dışsallıklara sebep olmasıdır. Bu dışsallıklar çok fazla insana yayılarak algılanamayacak kadar belirsiz hale gelebilse de karşılığını ödemek zorunda olanlar buna çoğunlukla izinleri alınmadan maruz kalırlar. ( Gibson: 2017)Bu bağlamda doğaları gereği şirketler için etik ve ilkesel duyarlılıklar içkin bir gerekliliktir.
Ancak etik normların hukuki yaptırımlarla desteklenmediği yapılarda piyasa ve genel iş kültürünün öncelikleri her fırsatta öne çıkarak bireysel ve toplumsal menfaatleri örseler. Bu nedenle etik kavramının legal, politik ve sosyo kültürel bir pratikle desteklenmediği yerlerde etik naif bir söylem olmaktan öteye gidemez. Bu şöyle bir paradoksun da sebebi olacaktır : İnsan toplulukları dayanışma ve güven üzerine kuruludur. Dayanışma ve güven için insanların üzerinde uzlaştıkları bir takım normlar ve kurallara ihtiyaç vardır. Bu normlar toplumsal güveni sağlar, toplumsal güven iklimi ilişkileri ve işbirliğini rahatlatır ve toplumsal dinamizm artarak kullanılan ortak payda genişler. Bunun aksine hukuksal yapının fluluğu ve üzerinde ittifak edilmiş etik ve ahlak kodlarının zayıflığı sonucunda toplumsal dayanışma ve güven aktörlerin birbirinden menfaat aşırdığı ve birbirine karşı durduğu bir kaosa dönüşür. Bu durum kısa vadede birilerinin işine yarıyor gibi görünse de uzun vadede toplumun ve ona bağlı olarak piyasanın varoluş dinamiklerine terstir. Çünkü piyasa uzun vadede güven ortamı ve üzerinde uzlaşılmış değerler olmadan kendini üretemez ve sürdürülebilirliğini yitirir. İşte bu nedenle gelişmiş toplumlarda etik ve uyum sürdürülebilir bir sosyo ekonomik yaşamın temeli olarak görülür ve hukuksal normlarla desteklenir. Ayrıca etik değerlere uygun hareket etmek sürdürülebilir bir küresel işbirliğinin devamı için bir sosyal sorumluluktur beraberinde.
SÜRDÜRÜLEBİLİR İŞ İLİŞKİLERİNİN TEMELİ OLARAK ETİK VE GÜVEN
Etik kelimesi eski Yunanca kişilik anlamına gelen ethos sözcüğünden türemiştir. Doğru davranışlarda bulunmak anlamında kullanılır. Doğrudan kastedilen tutarlı ve öngörülebilir olmaktır. Bu öngörülebilirlik kabul edilmiş davranış normları ve değerler çerçevesinde hareket etme beklentisidir. Kabul edilmiş normlar ve değerler çağlara ve inançlara göre bazı farklılıklar gösterdiği için etik anlayışları değişebilir ancak her değerler sisteminde etik davranış kabul edilen ortak değerler çerçevesinde hareket etmektir ki bu değişmez. Bu ortak değerler (ethos) kural ve yasaya (nomos) dönüşerek kurumlaşır. İnsan topluluklarının bir ethos çerçevesinde hareket etmeleri gereği onların en önemli özelliği olan sosyalliklerinin hem şartı hem de sonucudur. Şartıdır çünkü eğer o insan topluluğunun üzerinde uzlaştıkları ortak bir ethosları yoksa ilişkileri öngörülmez ve güvensiz olur. Böyle bir ortamda dayanışma, bağlılık, saygı, ortak hareket etme ve işbirliği gibi kavramlar gelişmez. Sonucudur çünkü bir arada yaşayan insanlar o biraradalığı sürdürmek için daha fazla ortak değer ve kavramlar geliştirmek, bunları paylaşmak, hatta daha gelişmiş sosyal organizasyonlara dönüştükleri yerde bunları kurumlaştırmak zorundadırlar. Bu bağlamda ethos ve etik davranış insanın en gelişkin sosyal organizasyonu olan devlete dönüşebilecek bir nüve taşır ve bütün kurumsallıkların temelinde yer alır.
İnsanın yarattığı en karmaşık sosyal ekosistemlerden biri olan iş hayatında da doğal olarak resmi olarak formüle edilmediği yerde bile zımnen kabul edilmiş olan etik kodlar mevcuttur. Kurumsal ya da değil tüm başarılı iş organizasyonları bir etik kabul çerçevesinde hareket eder. Kurumların politikaları bu etik kodlara uygunsa takdir edilir, uygun değilse , beklenen, yani kabul edilen normlara aykırı bir davranış söz konusu olduğundan bu tepki, güvensizlik, endişe yaratır. Bunun kurum için sonucu
Çalışanların bağlılığında zayıflama
Paydaşlarının güveninde azalma
İş çevrelerinde itibar kaybı olacaktır.
İnsan topluluklarında karşılıklı alışveriş, işbirliği, anlaşma gibi ilişkilerin temeli karşılıklı güvendir. Hatta öyle ki çatışmanın en yıkıcı örneği olan savaş bile taraflar arası bir ilişki biçimi olduğundan onun da ilkeleri hatta savaş hukukunda söz edebiliyoruz. Dolayısıyla insan her ne yaparsa yapsın karşı tarafla bir ilişkiye giriyorsa onun davranışlarını mümkün olduğunca öngörmek ister. Ancak ilkelliğin ve vahşiliğin uç noktalarındaki çatışmalarda ethosdan yoksun bir uygulayış söz konusudur.
İş hayatında işçi ile işveren arasında kurulan ilişkiden tutun, müşteri ve satıcı, kurum ve hissedarlar hatta devlet ve özel sektör arasında öncelikle kabul edilmiş değerler üzerine kurulu bir ilişki beklentisi vardır. Örneğin Borçlar Kanunu işçi işle işveren arasındaki iş ilişkisinin yazılı olmasını şart koşmaz. Biri çalışmayı diğeri ücret vermeyi kabul ettiyse ve bu yönde bir irade bildirimi olmuşsa iş ilişkisi kurulmuş demektir. Bu ilişki sonucunda taraflardan işçi iş görme ve sadakat borcuna aykırı davransa, işveren de ücret ödemeyi reddetse ortaya çıkan davranış öncelikle etik dışıdır, sonra kanun dışıdır. Ahlaken güçlü ve sağlıklı toplumlarda ethos yani ahlak , nomos yani hukuktan daha güçlüdür. Böyle yerlerde insanlar kişisel sözleriyle bağlanır, kabul ettikleri değerlere uygun onurlu ve örf sahibi biri gibi davranabilmek için gerektiğinde hayatlarını hiçe sayarlar. Etiğin gücünü yitirdiği toplumlar sosyal olarak daha zayıf ve çözülmüş toplumlardır. Bu tip topluluklarda hukuk normları etiğin yerini alır, bir şey hukuka uygunsa etik olup olmaması önemsizleşebilir, bu durum kozmopolit toplumlarda üzerinde uzlaşılan değerlerin silikleşmesi ve hukuk kurallarından oluşan kalker bir iskelete dönüşmesidir. Böyle bir toplumda sosyal güven daha fazla hukukçu, daha fazla polis, daha fazla güvenlik görevlisi, daha fazla güvenlik ve korunma sistemleri, daha yakın gözleme ve kontrolle sağlanmak zorundadır.
Ancak içten içe insanlar ilişkilerinde hukukun değil etiğin yarattığı güvene ihtiyaç duyar ve onu ararlar. Örneğin sırf hukuk kurallarına güvenerek güvenmediğiniz bir kişiyle alışveriş içinde olmazsınız. Hukuk kuralları sizin haklı olduğunuzu yüzde yüz garanti etse bile güvenmediğiniz bir kişi ile alışverişten kaçınırsınız. Mecbur kalmazsanız çalışanlarına dürüst davranmayan bir şirkette çalışmak istemezsiniz, etiğin olmadığı yerde hukuk bizi korusa da etiğin olmadığını düşündüğümüz yerden uzaklaşmayı tercih ederiz.
Günümüzde modern toplumun gün geçtikçe kural ve prosedürlerden , hukuki normlardan oluşan bir topluluğa evrilmiş olmasına rağmen iş hayatında etik ağırlık ve önemini artırmaktadır. Bunun nedeni en başta belirttiğimiz iş hayatının komplike sosyal doğası ile ilgilidir. İnsanların gönül rızalarıyla bir araya gelip birlikte çalışmayı, alış veriş yapmayı, işbirliği yapmayı seçtikleri, birbirlerine bir takım sözler verdikleri, bir takım taahhüt altına girdikleri alanın salt hukuk kurallarıyla yönetilmesine imkan yoktur. Burada her şeyden önce beklenilen güvendir. Bu güveni tesis edecek de medeni bir toplumda birey -birey, birey-kurum, birey-toplum, kurum-toplum, birey-devlet, kurum-devlet ,toplum-devlet arasında karşılıklı ilişkileri mümkün kılan değerlerdir. Eğer bu saydığımız aktörler, belirtilen ilişkileri kurarken aynı değerlere referans vermiyorlar ve ona uygun davranmıyorlarsa ilişkinin yerini çatışkı, hatta kaos alır. O nedenle ethosun aşındığı ve toplumun kozmopolitleştiği modern cemiyette kişilerin ve kurumların hangi etik ilkelere bağlı olduklarını topluma ilan etmeleri önem kazanmıştır. İş etiği kavramının yükselişi işte bu zeminde aranabilir. Kurumlar evrensel değerlere göre etik kodları oluşturur ve bu kodlara uygun davranacaklarını tüm paydaşlarına ve topluma ilan ederler. Bu deklarasyon ilişkide oldukları taraflarda güven esasına dayalı ilişkiler kurmalarını mümkün kılar. Kişi ve kurumların sosyal bir cangıla dönüşmüş bir toplumda bir takım evrensel ilkelere uyma taahhüdü vermiş olması ise oldukça itibarlı ve yüksek bir davranıştır. Bu davranışın motivasyonu itibariyle ilk insan topluluklarının oluşturduğu sosyal gruplarda bireyden beklenen törel ( etik) sağlamlıkla ilgisi vardır, çünkü güvenilirliğin ilk şartı ortak değerlerde birleşmektir. Şayet hem sosyal hem de ekonomik açıdan sürdürülebilir bir dünyada yaşamak istiyorsak ortak yaşama pratiklerimize göre şekillenmiş evrensel etik normlara uygun davranmamız ve bunu yaygınlaştırmamız zorunludur.
Bir kurumda şirketin çalışanlara karşı etik davranışı kurumsallığın ve adaletin temelini oluşturur. Tüm çalışanlar için geçerli prosedürler oluşturmak, bunları duyurmak, bunlara ayrım gözetmeksizin uyulmasını sağlamak, bu konuda sağlam ve öngörülebilir politikalar üretmek hep temelinde etik tutumun yer aldığı kurumsal uygulamalardır ve temel amacı çalışanın çalıştığı kuruma güvenmesini sağlamaktır. Çalıştığı kuruma güvenen çalışanın bağlılığı artar, bağlılığı artan çalışanın motivasyonu ve performansı yükselir. Buna karşı çalışan şirketi yönetenlerin etik tutarlılığına güvenmiyorsa, şirkette kurumsal adaletin olmadığını düşünüyorsa kuruma yabancılaşır, kendini korumak için tedbirler alır, güvensiz hisseder, iş çıktılarına dönüşecek enerjiyi kişisel güvenliğini ve tatminini dengelemek için kullanır. Kurumun şeffaf ve hesap verebilir denetim mekanizmaları yoksa ilişkide olduğu paydaşlarında gerekli ve geçerli güven duygusunu uyandıramaz. Bu durum bir çok sürecinde tarafların kendi güvencelerini sağlamalarını gerektiren friksiyonlara yol açar. Bu durum maddi ve manevi olarak külfetli olacaktır.
Sonuç olarak günümüzde belki biraz içi boş, bir miktar lüks gibi görünen etik kavramı insanoğlunun bir tür olarak bir araya gelmesini ve hayatta kalarak doğaya karşı başarılı olmasını sağlayan sosyalleşme becerisinin temelinde bulunan karşılıklı “güven” ihtiyacının bir şartıdır. Nerede bir sosyal ilişki varsa orada güven olmak zorundadır ve nerede güven varsa orada “etik” olmak zorundadır. Lordon’un deyişiyle neoliberalizmin önerdiği kendine yeter insan ( autosuffisante) asla varolmaz. O kelime anlamıyla embesil -im-bacillium- bağlamı olmayan bir soyutlamadır. Bu nedenle kurumlar ve bireyler ilkel kapitalizmin kar ve fayda maksimizasyonu odaklılıktan sosyal sorumluluk ve hesap verebilirlik odaklı bir anlayışa evrilmelidir. Bu dönüşüm hem kurumların hayatiyeti ve uzun ömürlülüğü açısından hem de piyasanın sürdürülebilirliği adına elzemdir. Devlet hukuksal düzenlemelerle etik ve uyum konusunu keyfi ve itibari bir mesele olmaktan çıkarıp toplumsal yaşamdaki kayıp ve sürtüşmeleri önlemek adına bir zorunluluk haline getirmeli ve çok sıkı denetlemelidir. Piyasa bakış açısının etik, uyum ve bunun gerektirdiği idari düzenlemeleri maddi bir külfet olarak görmesine karşın bu normlara uymayan yahut bu normların olmadığı bir sosyo ekonomik yapıda varolan kurumların çoğu zaman farkında bile olmadan yüzyüze geldikleri maddi ve itibari külfet çok daha fazladır. Ayrıca etik ve uyum yönetiminin dışlandığı toplularda piyasanın yaratacağı negatif dışşallıkların toplumsal maliyeti tüm toplum için öngörülebilirliğin çok ötesinde riskler içermekte bu durum da aslında piyasaların sağlıklı bir şekilde gelişmesi için gerekli olan güven ve istikrar ortamını zedelemektedir.
ETİK DUYARLILIĞIN ÖNÜNDEKİ BÜYÜK ENGELLER
Bugün dünyada etik duyarlılığın tartışmasızca egemen olması için bir takım engeller vardır. Bu makalenin amaçlarından biri bu konuda farkındalık yaratmaktır. Etik duyarlılık hatalı olarak varsaydığımız üzere sadece bireylerin egoistliği, boş vermişliği yahut duyarsızlığı ya da bu alandaki hukuksal ve cezai düzenlemelerin güçsüzlüğünde dolayı eksik değildir. Bunların olumsuz etkilerini bir çok defa değinilmiş olduğundan ve bu yazı içinde de dile getirdiğimiz üzere hafife alıyor değilim ancak problemin kökenleri sandığımızdan daha da derindedir.
Etik kavrayışımızı etkileyen kavramlar davranışlarımızı belirleyen paradigmalarda, inançlardan ve görüşlerden somut ihtiyaçlara değin bir çok faktörden beslenir. Bunlar :
1- İnsanın doğasına ve genel olarak doğaya dair ön kabullerimiz
2-Piyasanın ve işin doğasına dair ön kabullerimiz
3-Doğruluk ve hakikat tanımı
4-Ulusal yasal mevzuat
5-Uluslararası yasal mevzuat
6-Denetleyici organlar
7-Yaptırımın gücü ve uygulanışı olarak sıralanabilir.
İnsanın Doğasına Dair Ön Kabullerimiz : Etiğin bir sorunsal olarak reel pratikle karşı karşıya olduğu modern toplumda insan evrim basamağının en tepesindeki ve besin zincirin en üstündeki gelişmiş bir hayvandır. Diğer hayvanlar gibi hayatta kalmak için acımasız bir mücadele verir. Zaten doğa başlı başına acımasız ve kör bir yaşam savaşının vuku bulduğu yerdir. Orada büyük balık küçük balığı yer, güçlü olan hayatta kalır, hayatta kalan da soyunu sürdürür ve böylece haklılaşır. Doğada adalet, ahlak, etik ve anlam yoktur, orada güç vardır. Dolayısıyla burada varolmak zorunda olan insanın ürettiği tüm sosyal, kültürel, felsefi ve politik kurumlar onun bu hayatta kalma savaşımına hizmet etmek için üretilmiştir. Dolayısıyla ilkel güdüler ve biyolojik varoluş dışında hiçbir yüksek referans noktası içermez. Bu yaklaşım daha en başından insanın tüm yüksek çabalarını bir hayatta kalma gayretine indirgeyerek onu salt biyolojik bir tanıma sıkıştırır. Modern paradigmanın inşacıları olarak Darwin insanın gelişmiş bir hayvan olduğunu ve doğal seleksiyona tabi olduğunu önermiş, Nietzsche Ahlakın soykütüğü ( Zur Geneolohie der Moral) adlı eserinde ahlakın zayıfların güçlüleri sınırlamak için icad edilen bir kavram olduğunu, daha üst bir insan türüne ulaşabilmek için “insanın bu sürü ahlakından” (Herdenmoral) özgürleşmesi gerektiğini belirtmiş, insanı vahşi hayvanların tüm erdemlerini yağmalayan bir üst vahşi hayvan (Raubtier / Herrentier) olarak tanımlamış, Freud insandaki tüm ahlaki ve sanatsal tavırların cinsel dürtünün (libido) bir sublimizasyonundan başka bir şey olmadığını belirtmiş, nihai olarak Marks insanın yarattığı devlet, din, toplum, ahlak gibi tüm üst yapıları ekonomik ilişkilere ve ihtiyaçlara indirgeyerek tarihi de sınıflar arasında sonu gelmez bir çatışma olarak tanımlamıştır. Böyle bir paradigmanın içinde etiğin yeri en baştan sorunludur. Var olmak için biyolojk bir savaş verdiğimiz bu dünyada “etik” sağlam bir zemine oturmaz. Göreceli ve geçici bir referans noktasıdır. Etiğin önündeki bu paradigmal engelin kaldırılması için doğa ve insan yeniden tanımlanmalıdır. Seçişlerinde hiçbir kural ve prensibe tabi olmayıp yalnızca arzu ve menfaatlerinin peşinde koşan insan gerçekten “kudretli” midir yoksa bir yasa ve kurala uymak konusunda yeterli iradesi olmayan ilkel güdülerinin tesirinde geri bir tür müdür ? İnsanın güdüleri ve çıkarlarının ötesinde düşünme ve davranma becerisi daha üst bir insanlığın, daha farklı bir medeniyet olasılığının işareti olabilir mi ? Doğa gerçekten kör bir hayatta kalma savaşının vuku bulduğu bir kaos mudur yoksa yaşam formlarının ciddi bir denge ve uyum içinde birbirlerini destekledikleri aklın sınırlarını zorlayan bir kosmos mudur ? İnsan bu kosmosun için vahşi hayvanlar gibi birbirini boğazlayan- Hobbes’in ifadesiyle “ homini lupus” mudur ? Yoksa insanın biyolojik başarısının altında bir tür olarak türdeşleriyle karşılıklı “güven” duygusu üzerine kurulmuş yüksek bir işbirliği ve uyum mu vardır ? İnsanlık tarihine objektif olarak baktığımızda gördüklerimizin ne kadarı savaş ve çatışma ve ne kadarı düzen ve işbirliğidir ? İnsanın doğa ile ilişkisi bir savaş mıdır gerçekten ? Tarihte en başarılı ve mutlu topluluklar doğa ile yüksek bir uyum içinde yaşayan, onun kaynaklarını sürdürülebilir şekilde kullanabilen ve kozmik bir işbirliğini kendi içlerinde hayata geçiren toplumlar olamaz mı ? İnsan gerçekten içgüdülerinin bir türevinden mi ibarettir yoksa insan bu dünyada medeniyet adına ne yarattıysa kendisindeki ilkel güdüleri kontrol ederek, kendi tabiatındaki vahşi arzu ve isteklere karşı zafer kazanarak mı sağlamıştır bunu. Modern paradigma bize insanın kör ve karanlık bir hayatta kalma içgüdüsünün türevi olan sahip olma ve üreme hırslarıyla hareket eden üzerinde sadece medeniyet cilası bulunan bir varlık olduğunu öğretmiştir. Halbuki etik görkemleri bizi şaşkına çeviren kadim uygarlıklarda insan tanrısal düzeni yeryüzünde yaşatmaya muktedir yüksek ve asil bir varlık olarak tanımlanıyordu. İçgüdülerinin hizmetinde doğanın kör devinimine tabi bir insan kavramıyla , yeryüzünde ışığı ve düzeni egemen kılmak için “ doğru düşünce, doğru söz, doğru eylem” le ışık ilkesinin bir savaşçısı olan kadim insan paradigmasının sonuçları aynı olabilir mi ? Devlet, hukuk, din ve ahlak gerçekten insanın ekonomik etkinliğinin bir türevi midir , yahut evrende mevcut olan daha üst bir düzen ve yasa kavramının insan topluluklarındaki sosyo politik izdüşümleri midir ? Şüphesiz bu soruların cevapları değişirse doğal ve toplumsal paradigmalarımız da değişir ve insanın “ etik davranmak zorunluluğu” çok daha varoluşsal ve güçlü bir anlam kazanır. Mevcut insan paradigmasıyla ona etik sorumluluklar yükleyişimiz birbiriyle örtüşmeyen iki düşüncedir.
Piyasanın İşleyişine ve İşin Doğasına Dair Ön Kabullerimiz: İnsanlık tarihinde görece yeni olan modern kapitalist piyasa çalışmak, kazanmak bu yolla sermaye birikimi ve büyümek üzerine kuruludur. Bugün ekonomik etkinlik dediğimizde neredeyse başka bir şey düşünemez durumdayız. Öncelikle ekonomik etkinlik gerçekten bütün insan aktivitelerinin temeli olarak kabul edilirse bu sonuç kaçınılmazdır. Ancak ekonomik etkinlik insan faaliyetlerinin temeli değildir. İnsan bu dünyada doğayla ve türdeşleriyle uyum içinde onurlu ve bağımsız bir birey olarak yaşamak için etkindir. Yani çalışmak ve kazanmak bir amaca hizmet eder. O amaçta onurlu ve bağımsız bir birey olarak doğa ve türdeşleriyle uyum içinde yaşayabilmektir. Şüphesiz bu paradigma piyasayı büyük balığın küçük balığı yuttuğu, insanların acımasızca birbirinin elindekini gasp etmeye çalıştığı, ayakta kalmak için sürekli çalışmak zorunda olduğu, çalışmasının karşılığı olan artı değeri kullanarak büyümek zorunda olduğu, bu büyümenin yeni doğal kaynaklarla karşılandığı ve çıktısının da tüketilmesi için yeni tüketim alanları yaratıldığı modern ekonomik paradigmadan “etik düşünceye” çok daha uygundur. Bugün sürdürülebilir bir ekonomi ve toplumsal yaşam için piyasa anlayışımızı gözden geçirmemiz gerekiyor. Bu ön kabulümüz bizzat etiğin reel pratikte zayıf ve dışlanmış olmasının en büyük nedenidir. Piyasa kurgumuz böyle olduğu sürece etiğin sosyo politik olarak şansı yoktur.
Doğruluk ve Hakikate Dair Ön Kabullerimiz : Modern toplumda doğruluk görecelidir. Mutlak bir doğru yoktur. Varsa da insan onu bilemez. Dolayısıyla pratik olarak göreceli doğrular vardır. Böyle bir evrende doğru davranış gerekçesiyle bir etik önermesi gülünç olmaktadır. O nedenle etik bir çok şekilde tanımlanır. Betimleyici etik evrenin mevcut düzeninden yola çıkarak bir etik tanımı yapmaya çalışırken, normatif etik toplumsal düzenden yola çıkarak bir etik tanımı yapmaya çalışmaktadır. Kant’ın önermesi olan evrensel ahlaki ilkelerden yola çıkan Ödev etiği , Erdem etiği ve varoluşçu etik farklı referans noktaları olan etik yaklaşımlardır. Örneğin Boone Niçin etik davranmalıyız ? sorusuna verdiği cevaplarda yaşam için, toplum için, bireyin kendi çıkarı için bir gerekliliktir önermeleri ile cevap verirken aslında mevcut duruma ilişkin referanslarla soruyu cevaplamaktadır. (Boone:2020)Halbuki bireysel düşünen biri için eğer vicdani kaygıları yoksa etik olmamak pekala etik olmaktan daha pratik ve hızlı faydalar yaratabilir. Bu durumda kişiyi kendi şahsi menfaatini terk ederek böyle birey üstü bir kavramı kabul etmeye iten şeyi tanımlamak güçlüğü söz konusudur. Modern ön-kabullerimize göre evren ereksiz bir oluşumdur. Yaşam evrende ortaya çıkmış tesadüfi bir fenomendir, insan da bu tesadüfi yaşam fenomeninin ortaya çıktığı dünya denen gezegende yine tesadüfi mutasyon ve seleksiyonların sonucunda ortaya çıkmış bir varlıktır. Bu varlığın hayatta kalmak dışında somut bir amacı bulunmaz. Diğer tüm etkinlikler bu güdünün bir türevidir. Evrimsel gelişimi -referans olarak insan bu yeryüzünde en azından bir tür olarak kendinin ve bağlı olduğu doğanın devamı için ortak bir bilinçle hareket etmelidir. Ancak modern etiğin bu önermesi de insanın bir tür olarak devamı ve kendisinden sonra da dünyanın devamının önemini bir “ön kabul olarak “ imler. Etiğin tüm insanlar için tartışmasız bir zorunluluk olmasını arzu ediyorsak insanın dışında ve üstünde yeni bir ön kabul zorunlu hale gelir. Adına kozmik bir akıl, kozmik bir düzen, ilahi bir prensip yahut tanrı ne dersek diyelim etiğin var olması için doğruya ve hakikate dair bir ön kabul gerekli olur. Sanskrit uygarlığı evrenin kozmik düzenini RTA olarak isimlendiriyordu. Bu düzen maddi ve manevi varlıkların tüm oluş, yükseliş, çöküş ve yok oluşlarını düzenleyen doğaüstü bir düzendi. İnsana düşen bu düzene uygun olan edimleri kendi bireysel yaşamında hayata geçirmekti. Buna Dharma deniyordu. Böylelikle insan doğaüstü düzenin yeryüzünde bir aracısı haline geliyor, tüm sosyo politik edimlerini ona göre belirleyerek kozmik bir düzeni hayata geçiriyordu. Doğru olan ve ahlaki olan aynı zamanda evrensel olandı. Yanlış ise bu evrensel olanın ve kozmik düzenin tersiydi. Kişinin edimlerinin rta’ya uygun olup olmama durumuna göre bunun karmik sonuçları olurdu. Dolayısıyla en küçük iyilik ve kötülük bu dünyada karşılığı olan edimlerdi ve kişi bunlardan sorumluydu. Yine eski İran uygarlığında tüm evrensel düzen ASHA veya ARTHA denilen doğa üstü bir ilkeye dayanıyordu. Onu hakikat yahut doğruluk olarak tanımlayabiliriz. İnsan davranışları asaya uygun olduğu ölçüde iyi ve doğruydu. Asa dan ayrı olan her şey kötülüğü, kaosu ve düzensizliği beslerdi. Asanın karşılığı yalan anlamına da gelen Druj’du. Bir davranış asaya uygun değilse, druj olurdu. Asa varlığın ve gelişimin druj ise ölümün ve yok oluşun sebebiydi. İnsan üç şekilde asaya uygun hareket ederdi. Bunlar doğru düşünce (humata), doğru söz (hugsta) ve doğru eylemdi.(hvarta). Bu kavramlar eski İranlılar için o kadar önemliydi ki onların en nefret ettiği kavram “yalan” dı . Yalan ve yalancılık bir insanda en çok nefret edilen davranıştı hatta bazen ölümle cezalandırılabiliyordu. Eski Hint İran konseptinde dünya Rta/Asa denilen doğruluk üzerine kurulmuştu ve yeryüzünde bu doğruluğa uygun hareket etmek için yaratılmış, eski İran anlayışına göre Işık tanrısının bir nevi savaşçısı olan “insan” da koşulsuzca doğru olmak zorundaydı. Aksi halde her yanlış edim dünyayı daha fazla kaos ve karanlığa götürecek olan yalanı (gerçek olmayanı) yaygınlaştırırdı. Bu yaklaşımlar şüphesiz ortak bir etiği mümkün kılan bir üst ön kabule örnek teşkil eder. Benzer kavramlar doğru ve iyi kavramları üzerinde kafa yoran Roma Stoacılığında da görülür. Orada da evren bir metafizik yasanın hem yansıması hem de varlığı olarak kutsaldı ve yüksek bir entelektüel prensibi içeriyordu. İnsana düşen dünyadaki davranışlarını bu kozmik akla (logos) uygun hale getirmek yani onunla bütünleşerek tanrısallaşmaktı. Bunun yolu ise aklı , bedenin ve kör güdülerin kaynağı olan nefsin üzerine çıkarmaktan geçiyordu. İnsanın bedeni ve kör güdülerine kapılarak yaptığı tüm davranışlar kötü ve gayrı ahlakiydi. Modern etik öncelikle insana dair romantik soyutlamasını terk ederek insanı içindeki yüksek ve alçak unsurlarla yeniden tanımlamalı ve daha yüksek bir evrensel ilkeye referans vererek etiği yaşam paradigmasının bir parçası haline getirmelidir.
Ulusal Yasal Mevzuat : Bir ülkede etik olmayan her davranış aynı zamanda hukuk sisteminde cezai bir müeyyideyle tanımlanmadığı sürece onun uygulanması için bir gerekçe oluşmaz. Çünkü modern etik, söylem olarak insan doğasının dışında kaldığından (piyasa ve insan doğasına ilişkin ön kabulleri gereği) zorlayıcı bir ilke yoksa uygulanması muğlak bir bireysel tercihin insafına kalır.
Uluslararası Yasal Mevzuat : Günümüzde küresel toplumun geldiği nokta itibariyle etik uygulamalar uluslararası ticaret ve işbirliğinin çerçevesini çizen normlarca korunmalı ve yaygınlaştırılmalıdır. Aksi halde hem pratiğini kaybeder hem de uluslararası ilişkileri belirleyen reel politiğin kaotik doğası nedeniyle küresel işbirliğini zedeleyici bir düzensizliğe sebep olur.
Denetleyici Organlar: Hem ulusal düzeyde , hem de uluslararası düzeyde etik dışı davranışları denetleyecek bir takım üst organların var olması önemlidir. Ancak günümüzde büyük sermaye gruplarının gayrı resmi nüfuzunun bireyin ve hatta devletin çok ötesine geçtiği bir ortamda bu denetleyici organların nasıl iş görecekleri ayrı bir sorunsaldır .
Yaptırım Gücü ve Uygulanışı : Günümüzde yaptırım gücünü hala en güçlü şekilde elinde tutan tek kurum devlettir. Uluslararası örgütler sadece bazı güçlü devletlerin çıkarları doğrultusunda ve onların politik güçleri sayesinde bu yaptırımları uygulayabilmektedirler ki bu da başlı başına bir etik tartışmadır. Ayrıca modern devletin küresel sermaye karşısında her geçen gün biraz daha zemin kaybettiği bir ortamda onun bu yaptırım gücünü ne derece tarafsızca ve daha ne kadar uygulayabileceği tartışmalıdır. Yine siyasal erkin aslında farklı çıkar gruplarının bir çekişme alanı olması ve siyasetin birey ve piyasa yaklaşımlarının bir türevi olarak ilkesizleşmesi devletin bu gücü bir etik tarafsızlıkla değil bir siyasal kontrol mekanizması olarak kullandığı izlenimini uyandırmaktadır.
SONUÇ
Sonuç olarak diyebiliriz ki bugün insanlardan etik beklentilerimizle insana dair temel paradigmamız, piyasaya dair ve tarihe dair fetişleştirdiğimiz kavramlar birbirleriyle uyumlu değildir. O nedenle etik bugün felsefi olarak hayatın dışındadır. O hala bir takım pratik gerekçeler bahane edilerek kabul ettirilmek istenmektedir. Bu yapılırken dahi yapabildiğimiz etik davranmanın uzun dönemde daha kazançlı ve güvenli olduğu gerçeğinden öteye gitmemektedir. Bugün etiğin bireysel yaşamdan her geçen gün biraz daha uzaklaşmasının ve piyasada asla istenilen şekilde kabul görmemesinin temelinde bu asimetri vardır. Etiğin bugün bireyden ve piyasadan beklentileri modern bireyin kurgusu ve piyasanın işleyişiyle çelişkilidir. O nedenle etiği insan yaşamının ayrılmaz bir parçası haline getirmek için insanı, doğayı ve tarihi tanımlayan paradigmalarımızı sorgulamamız gerekmektedir. Büyümeyi, ilerlemeyi, çalışmayı, refah devletini, serbest piyasayı, liberalizmi, devleti, bireyi ve onun temel hak ve özgürlüklerini yeniden ele almadan etiğin problemleri çözülemez. Etiği insan varoluşunun ayrılmaz bir cüzü haline getirmek için insan olmak bir soyutlama halinden çıkarılıp antikçağlarda olduğu gibi yeniden bir “sorumluluk” olarak tanımlanmalıdır. Bunun yapılabilmesi için öncelikle bireyin ahlaki özgürlüğünü elinden alan maddi ve politik zorluklara karşı savaşılmalıdır. Sartre’ın dediği gibi eğer insan özgür değilse hiçbir şekilde etik sorumluluğu bulunmaz. Günümüzde özellikle gelir dağılımındaki küresel ve sınıflararası uçurum her geçen gün açılırken, diğer yandan ulus devletlerin keyfi uygulamaları ortadan kalktığı esnada küresel düzenleme ve dayatmalarla birey çok daha büyük güçler karşısında savunmasız kalmak üzereyken etiğin gerek teorisi gerek se pratiğinin bir çok sorunsalı bulunmaktadır. Etik bir kez daha yinelemek gerekir ki özünde bir özgürlük sorunsalıdır. Etiğin doğaüstü ve kutsal ile aynileştirildiği kadim dönemlerde de etik eylem için insanın karanlığın, kaosun, nefsaniyetin güçlerinden bir tür özgürleşmesi gerekiyordu. Bu özgürlüğe sahip olmayan hastalar, çocuklar, köleler ve eksik yaratılışlı kimselerin ahlaki sorumluluğu yoktu. Etik sorumluluğa sahip olmak aynı zamanda özgür ve saygın bireyler olmaktı da. Günümüzde de insanın etik bilinci ve sorumluluğu için insanın kendinde mündemiç olan güdüsel ve tepkisel yaşamın üzerinde çıkabilecek bir iradeye ve akla sahip olması temel zorunluluktur. Ancak bunun dışında bireyin devletin ve piyasanın anonim kuvvetlerinin keyfiliğinden kurtarılmış ve yasalarla güvence altına alınmış, onun insanca bir yaşam sürmesini sağlayabilecek bir özgürlük alanına sahip olması etik bilinç, sorumluluk ve eylem için olmazsa olmazdır. Bitirirken : “insana dünyadan daha büyük olduğunu hissettirmekle işe başlamak lazım. İnsan dünyadan büyüktür,hayatta kalmak için onun kurallarına uymak, yalan söylemek,hırsızlık yapmak ,adaletsiz davranmak, yapılan kötülükleri görmezden gelmek ve kalabalığa uygun davranmak zorunda değildir. İnsan dünyaya uymak için değil,onu daha iyi bir yer haline getirmek için yaratılmıştır. İnsan dünyadan büyüktür.” ( Sönmez: 2018)
Kaynakça
Ariely,D.,Dürüst Olmamanın Ardındaki Dürüst Gerçek,2014,TEİD
Bekmen,Ahmet, Sermayenin Etik İnşası,2014,Boğaziçi Üniversitesi Yayınları
Boone,B., Etik 101,2020,Say Yayınları
Canfora,Luciano, Demokratik Retoriğin Eleştirisi,2003,Dost Yayınları
Gibson,K.,Etik ve İş Dünyasına Giriş,2017,TEİD
Heilbroner,R.,L.,İktisat Düşünürleri,2008, Dost Yayınları
Keyes,R.,Hakikat Sonrası Çağ,2019,Delidolu
Lordon,Frédéric, Kapitalizm Arzu ve Kölelik,2013,Metis
Lordon Frédéric, La Société des Affects,2013,Editions du Seuil
Mees,Bernard,İş Etiğinin Yükselişi,2020,TEİD
Nietzsche,F.,W., Der Wille Zur Macht, 1921,Alfred Kröner Verlag
Sandel,M.,J., Paranın Satınalamayacağı Şeyler,2015,TEID
Senneth, Richard,Beraber,2012, Ayrıntı
Sönmez,İ.,O.,Doğa,Tarih,İnsan Üzerine Aykırı Denemeler,2018,Hiperlink
Sönmez, İsmail, Orhan, Sürdürülebilir iş ilişkilerinin temeli olarak etik ve güven http://www.dogruyonetim.com/insan-yonetimi/surdurulebilir-is-iliskilerinin-temeli-olarak-etik-ve-guven/
Spinoza,Etika,2009,Dost
Tekin, Zeliha, Doç,Dr., İş ve işletme etiği, 2020, Dora