Günümüzde modern işletme teorilerinin ve akademik araştırmaların konusunu teşkil eden “yönetim” meselesi antik devirlerde bir bilgiden daha çok bir bilgelik olarak görülüyordu. Dolayısıyla iyi bir yöneticiden beklenen ya bir bilge olması ya da bilgeleri dinleyecek olgunluğa ulaşabilmesiydi. Bu yaklaşımın temel felsefesi insan ve alem arasında analojik bağlantılar olduğunu düşünen makro ve mikro kosmoz ilişkisi üzerine kurulu geleneksel düşünceydi. Bu düşünceye göre alem dört unsurdan meydana gelmiştir. Tüm canlılarda olduğu gibi insan da bu dört unsurdan oluşur. Dolayısıyla insan toplulukları da bu dört unsura tekabül eden fonksiyonlara sahiptir. Doğa bu dört unsur arasındaki ilişkilerin gözleminin sadece yüzeysel bir şekilde izah edebildiği majikal ilişkiler bütünüdür. İnsan da doğumundan gelişimine, mutluluğundan başarısızlıkları, hastalıkları nihayet ölümüne kadar bu dört unsur arasındaki ilişkilerin özetidir. Tanrı alemi bu dört unsur üzerinden yönetmekteydi. Bu unsurlar arasındaki ilişkileri bilmek ve uygulamak onun evrensel hükümdarlığının, evreni yöneten merkez güç olmasının sonucuydu. İnsanın kişisel olarak hem bu dünyadaki hem de öte alemdeki saadetinin temeli de küçük bir alem olan (alem-i sugra, mikrokozmoz ) varlığını bu yasalara göre yönetebilmek ve düzenleyebilmekti. Toplumu huzur ve barış içinde yönetmek te bu yasaları bilmeyi, kavramayı ve hayata geçirmeyi zorunlu kılıyordu. Bundan dolayı krallar ya bilge olmak, ya da bilgeleri dinlemek durumundaydılar. Platon’a göre toplumu bilge krallar yönetmeliydi. Platon’un bu görüşü aslında kadim Hint Avrupalıların kast sistemi ya da Dumezil’in ortaya koyduğu daha yaygın olan, savaşçı kastın ruhban kastın da fonksiyonlarını üstlendiği 3 ayaklı toplum modelinin dile getirilişinden başka bir şey değildi. Kadim topluluklar bilgelik ve siyasi iktidarı birleştirmiş kutsal krallar tarafından yönetilirdi. Krallar sadece toplumun huzur ve refahını değil, kozmik yasaya uygun hareket etmeleriyle tüm tabiatın düzenli işleyişinden de sorumluydular. Eskiler insan bedenindeki rahatsızlıkları insan bedenini oluşturan dört unsur arasındaki ilişkileri bozucu eylemlere bağlarlardı. Toplum yaşamındaki rahatsızlıkların da kaynağı olarak dört unsura karşılık gelen , toplumu oluşturan katmanlar arasında bozulan ahenksizlik görülürdü. Bu ahenksizliğin kaynağı çoğu zaman kralın “kozmik bilgi” ile bağdaşmayan davranışları ya da hatalarıydı. Kralın bu hataları sadece toplumsal düzeni bozmakla kalmaz aynı zamanda tabiatın işleyişini de etkileyerek hastalık, kuraklık, salgın ve afetlere sebep olabilirdi.
Evreni oluşturan dört unsur ateş-hava-su ve topraktı. İslam geleneğinde Anasır-ı Erbaa adı verilen bu dört unsur insanda akıl- ruh-nefis ve bedenden oluşan unsurlara karşılık gelmektedir. Eski Yunan ve Sanskrit geleneklerinde oldukça detaylı bir şekilde ele alınan bu felsefenin primordiyal bir gelenekle ilgili olduğunu ifade edebiliriz. Bu dört unsurun toplumsal karşılığı yine Osmanlı geleneğinde Erkaan-ı Erbaa adı verilen dört sınıftı. Yani ulema-asker-tüccar ve halk. Sanskrit medeniyetinde bu brahman, kşatriya, vaiçya ve şudra sınıfları olarak formüle edilirdi. Bu dört unsur arasında nasıl niteliksel bir fark varsa toplumu oluşturan unsurlar arasında da niteliksel bir fark vardı. Bunlar arasında eşitlik ya da eşitsizlik değil fonksiyonel bir farklılık bahis mevzuuydu. Nasıl akıl, ruh, nefis ya da beden unsurlarından biri eksik olduğundan insanın var olması mümkün olmuyorsa toplumu oluşturan dört sınıfın birisinin eksik olması ya da dışlanması mümkün değildi. Bu dört unsur arasındaki kendi fonksiyonlarına uygun düzenli ilişkiler kurmak da adalet olarak adlandırılmıştı. Adalet herkese onun doğasına uygun olan fonskiyonu en iyi şekilde yapma olanağını sunmaktı. Eski yunanın mottosu olan kendini bil (Gnothi seauton) , yahut tasavvuf geleneğindeki nefsini bil (arefe nefsehu) öğüdü insanın alemdeki dört unsura denk düşen unsurların kendi içindeki fonksiyonlarına dair bilgi sahibi olması, hangi eğilimin ve davranışın hangi unsurlarla ilgili olduğu konusunda keskin bir farkındalık kazanmasıyla ilgiliydi. Bireysel ve toplumsal tekamülün başlangıcı burasıydı.
Tanrı alemi bu dört unsur üzerinden yönetmekteydi. Bu unsurlar arasındaki ilişkileri bilmek ve uygulamak onun evrensen hükümdarlığının, evreni yöneten merkez güç olmasının sonucuydu. İnsanın kişisel olarak hem bu dünyadaki hem de öte alemdeki saadetinin temeli de küçük bir alem olan*mikrokozmoz- varlığını bu yasalara göre yönetebilmek ve düzenleyebilmekti. Toplumu huzur ve barış içinde yönetmek te bu yasaları bilmeyi, kavramayı ve hayata geçirmeyi zorunlu kılıyordu. Bundan dolayı krallar ya bilge olmak, ya da bilgeleri dinlemek durumundaydılar.
Modern dönemle birlikte bu görüş görünür mahfillerde terkedilmiştir. Atomcu dünya görüşü, eşit bireylerden oluşan demokratik toplum anlayışı ve kişilerin doğaları üzerine değil sahip olunan finansal kapital yahut ,sosyal ve informatik kapital ( para-statü -eğitim) üzerine kurulu bir toplumsal işbölümü anlayışı yeni yönetim yaklaşımlarını ortaya çıkarmıştır. Birbirinden niteliksel olarak farklı görülmeyen unsurlar arasındaki ilişkileri en iyi ifade eden teori sınıf çatışkısı üzerine kurulu teoriler ya da gücün seçkinler ve halk arasındaki devinimini tartışan modellerdi. Daha sonra üretilen tüm yönetim teorileri doğal ve evrensel bir harmoni yerine gücün farklı şekillerde dağılması üzerine kurulu çatışmacı teorilerdir. Örneğin modern bir işletme sermaye sahibi olduğu için yetkili bir patron ya da direk onun seçtiği bir CEO tarafından yönetilen, sermayenin yanında konum alan üst yöneticiler ve onun altındaki, yine yönetime yakın olan müdürler, onların altında bölüşüm ilişkilerinden kalifikasyonları nedeniyle daha fazla pay alan beyaz yakalar ve son olarak patron ve işletmeyle temel bir antagonizm içinde olan işçilerden oluşur. Burada sınıflar arasındaki ilişkileri belirleyen temel faktör rıza ve güç ilişkisidir. CEO patronu daha fazla kazandıracağına ikna ettiği için oradadır. Onun altındaki profesyonel yöneticiler ve müdürler kendilerine tatmin edici bir pay verildiği için CEO’nun otoritesi içinde kalmayı kabul etmişlerdir. Bu arada kendilerine farklı imkanlar sunulursa CEO’yu alaşağı edebilecekleri gibi sistemi de terk ederler. Beyaz yakalar kalifikasyonları daha değerli olduğu için daha fazla pay verilerek satın alınır ve sistem içinde tutulur. İçeride olmalarının sebebi katma değer üretmeleri beklentisidir. Bu beklenti yerine gelmezse kapı dışarı edilirler. Onların da yönetim kadrolarına ve CEO’ ya niteliksel olarak kendilerinden farklı olmadığı için saygı duymazlar, sadece daha fazla kazandığı ve daha güçlü olduğu için imrenir ve diş bilerler. Bu yapının en altında bulunan mavi yakalar modern organizasyon teorilerine göre sistemle sürekli çatışma halindedir. Onlar hak ve koşullarını iyileştirmek için sisteme ve onun temsilcilerine karşı savaşırken zorunlu olarak kalın çizgilerle çizilmiş bir yapı içinde yaşamlarını kazanmak için çalışmak zorundadırlar. Bu toplum modelinde insanlar kalitatif ( niteliksel-keyfiyet itibariyle) olarak eşittir. Gücü elinde tutanlar bir şekilde bunu mümkün kılan maddi imkanlara sahip oldukları için güçlüdürler. Bu güçle diğerlerini kendilerine tabi olmaya razı ederler, bu gücü ellerinde tutmak için toplum ve devlet yapısını ona göre dizayn ederler. Diğer sınıflar ya bu güçlülere yakın olmanın avantajına sahip orta sınıflar ya da eşitsizliği en çok hisseden alt sınıflardır. Toplumsal yapı güç ve temelde şiddet yoluyla sağlanan rıza üzerine kuruludur. Bu modelin kurumsal yansımasında ise para sahibi olan bir işveren ve onun satın aldığı bilgi ve emek işçileri söz konusudur. Bilgi ve emek işçilerinin rızalarını satmalarının nedeni saygı değil aç ve çaresiz kalma korkusu ile daha fazla imkana sahip olmak için duydukları arzudur. Dolayısıyla sınıf çatışması üzerine kurulu toplumsal yapının kurumsal karşılığı korku ve arzu üzerine kurulu kurumsal ilişkilerdir.
Siyasal seçkinlerin en büyük politik becerisi sınıf çatışmasının gerilimini rızayı eğitim, medya, söylem yoluyla üretmek vasıtasıyla yahut güç ve kontrol mekanizmaları kullanarak bastırmaktır. Yani modern toplum teorisinde seçkinlerin becerisi aldatma ve zorlamadır. Çünkü kalitatif olarak eşit olduğunuz birinden daha fazla güç ve imkana sahip olmanızı kabul ettirmeniz için onu ya aldatmanız ya da zorlamanız gerekir. Bu resimde artık geleneksel dünya görüşündeki birbirinden farklı doğaların fonksiyonel farklılıklarından oluşan harmoni değil, temelde aynı doğaların çatışmasından doğan dinamik denge söz konusudur. Bu sistemde kurumsal seçkinlerin de en büyük becerisi yönetilenleri arzu ve korku unsurlarını kullanarak sistem içinde tutmaktır.
Arzu onları sistemden daha fazla pay alabileceklerine ( kariyer, terfi vs) inandırma, korku ise işlerini kaybedebilecekleri düşüncesini sürekli bir yerlerde tutma ile ilgilidir. Bazen sosyo ekonomik yapıdaki bozukluk çalışanları sistem içinde kalmaya kurumsal seçkinlerden daha iyi ikna eder, çünkü dışarıda sefalet ve işsizlik varken dayatılan koşullara rıza göstermesi daha kolay olacaktır. Bu noktada özellikle IK’nın son dönemlerdeki uğraşıları olan motivasyon odaklı çalışan deneyimi politikaları sistemi çatışma ve karşıtlık üzerine kurulu yapısını mümkün olduğunca unutturmaya çabalamaktan öte bir anlam taşımaz.
Geleneksel dünyada yöneticiden beklenen evreni oluşturan dört unsur arasındaki ilişkileri tanıma ve ona uygun hareket etmek iken modern dünyada yöneticiden beklenen zaafları, korkuları, arzuları bilmek ve acımasız bir fırsatçılıkla ondan istifade etmektir.
Bilgelik ve harmoni – yani bilmek ve uygun davranmak üzerine kurulu geleneksel yönetim modelinin aksine modern yönetim yakalamak ve sömürmek üzerine kuruludur.
Böyle bir yapının içinde çatışma doğal durumdur. Ne kadar süslü ve yumuşak söylemlere büründürülse de bu tip bir sistemin içindeki bireyler sürekli olarak stres ve tehdit altındadır. Sürekli olarak aldatılmamak ve sahip olduklarını yitirmemek için tetikte olmak ve savaşmak zorundadırlar. Bu nedenle bu sistem genel olarak fiziksel ve ruhsal olarak hasta ve tükenmiş ve nevrotik bireyler üretir. Bu yazının konusunu oluşturduğu üzere modern yönetim ve liderlik teorilerinin başarısızlığı denge ve uyum üzerine kurulu olmayışları ve bilgelikten uzak oldukları için politik ve kurumsal olarak hem sistem hem de aktörler için doğru sonuçları üretememeleridir.
Dört unsur modelini modern kurumlara uyguladığımızda karşımıza tepe yöneticiler- orta düzey yöneticiler-beyaz yaka ve mavi yaka dan oluşan bir bölünme çıkar. Tepe yöneticiler bilgi ve tecrübeleriyle ulema -brahman sınıfına karşılık gelirken, operasyonel tarafları ağır basan orta düzey yöneticiler savaşçılar-kşatriya sınıfına karşılık gelebilir. Spesifik uzmanlık ve becerileri ile öne çıkan beyaz yakalar tüccar ve vaiçya sınıfına denk düşerken, işçiler şudralara karşılık gelecektir. Bu yapıda sistemin yukarıya doğru mücadelesini, akıl yürütmesi ve reflekslerini oluşturan tepe yönetim ateş unsuru ve akılla özdeşleştirilebilir. Sistemin operasyonel gücünü sağlayan orta yöneticiler sisteminin icrai gücünü ( elini kolunu) ruhunu solunum sistemini ve hayatiyetini oluştururlar. Bilgi ve faaliyetleri ile sistemi devindiren beyaz yaka kadrolar şüphesiz nefsani enerjiler, canlılığı ve akışkanlığı sağlayan su ile ilgilidirler. Son olarak bedenleriyle çalışan ve somut çıktılar üretmeye odaklanmış işçiler toprağa, bedensel fonksiyonlara karşılık gelirler. Böyle bir yapının bilgece yönetilmesi demek yöneten iradenin öncelikle sistemi oluşturan unsurlardan farklılaşmasıdır. Yani dört unsurdan birine daha fazla ait olarak sistemi yönetmeye kalkarsanız ait olduğunuz unsur dışında bir meşruluğunuz olmaz. Çoğunlukla tepe yönetim kadrolarından çıksa da CEO bir kez belirlendiğinde o artık kalp gibi organizmada herkese eşit mesafede olmalıdır. Herkesi dinlemeli ve her yere ulaşmalıdır. Sadece akli kalarak sistemi devindiremez, sadece icrai kadrolara dayanarak sistemi hareket ettiremez. Onun sistemin arzularına ve bedenine kadar ulaşma gücü olmalıdır. Sistemin unsurlarından bir kısmına ağırlık vererek diğer kısımları ihmal ettiğinde sistem hastalanır. Örneğin tüm ağırlık tepe yöneticilerde olursa sistem bol bol fikir üreten, tartışan ama eyleme geçemeyen bir yapıya bürünür. Orta düzey yöneticiler her şeyden önemliyse muhtemelen nefsaniyeti ve bedeni oluşturan beyaz ve mavi yaka kadrolar isyan edeceklerdir. Tüm ağırlık beyaz yaka kadroları memnun etmeye ve serbestiyete harcandığından sıkı ve disiplinli çalışacak kişi bulunmaz. Sistemin ağırlığı mavi yakalara kaymışsa grev ve keyfilikten –eski kamu işletmeleri gibi– sistem işleyemez hale gelir,hantallaşır, kimse kimseyi dinlemez olur ve çöker. Böyle bir sistemde tepe yönetici için cehalet sistemin unsurlarından birinin aklı ve enerjisi ve bakış açısına esir olmasıdır. Bu durumda doğru görme ve doğru hareket etme becerisini yitirdiği gibi sistemin diğer unsurlarına yabancılaşır. Sistem kaos ve çatışkı içine düşerek hastalanır. Yöneticinin bilgeliği onun bu unsurların her birine gereken ağırlığı gerektiği kadar vermesi, onlardan haberdar olması, onları rahatsız eden şeyleri ortadan kaldırarak fonksiyonlarını hakkıyla yapmalarına olanak vermesidir. Geleneksel modele göre tasarlanmış harmonik yönetim sisteminde bu saydığımız yetkinliklere sahip olmak için sistemin kalbine geçecek liderin transformé olması gerekmektedir. O yönettiklerine benzeyerek, onların istek ve hedeflerine sahip olarak yönetemez. Böyle bir sistemde liderden beklenen öncelikle kendi içinde dört unsurun harmonisine sahip olması gerekir. Onda akıl unsuru, duyguların, arzuların ve bedensel konforun kesinlikle üzerinde olmalıdır.
Eskiler için kendini yönetmek, başkalarını yönetebilmek için bir referans kaynağıydı. Antikçağın prensibi kendini bilmek, kendini yönetmek ve başkalarını yönetebilecek varoluşsal meşruiyete böylece ulaşmaktır.
O nedenle prensler için irade eğitimi her şeyden önce geliyordu. Eğer bir lider başına geçeceği sistemde akla-ruha-nefse ve bedene tekabül edecek şeyleri yönetecekse kendi aklını ruhunu, nefsini ve bedenini yönetmek konusunda kusursuz olmalıdır. O öncelikle antik çağın temel prensibine uygun olacak şekilde kendini bilecektir. Kendini bilmek daha önce belirttiğimiz gibi kendi içindeki unsurlar ve onların etkileri konusunda keskin bir farkındalık sahibi olmaktır. Gerçek bir lider hangi eğiliminin akıldan hangisinin duygularından hangisinin arzularından kaynaklandığını iyi bilir. Bunları bilmeden kişinin bırakın liderlik etmeyi olgun bir insan olarak kabul edilmesi dahi mümkün değildir. O aklını kullanmayı bilmeli, onu bilgelerin ve üstadların eserlerini okuyarak keskinleştirmiş ve donatmış olmalıdır. Aynı zamanda aklını duyguların, nefsinin ve bedeninin tesirinde kalmadan kullanmak konusunda pratik kazanmış olmalıdır. Onun ruhu merhamet, empati, nezaket ve görgü ile eğitilmiş olmalı, sanatlarla inceltilmiş ve estetik yetenekleri artırılmış olmalıdır. Onun nefsi rafine zevklerle donanmış olmalı, ruhu ve aklının üzerine çıkmayacak şekilde terbiye edilmiş olmalı, o ne hırslarına, ne öfkesine, ne açlığına ne de cinsel arzularına dayanarak hareket etme basitliğinden uzak olmalıdır. Onun bedeni sağlam ve sağlıklı olmalı, ona fiziksel dayanıklılığı, hızlı ve güçlü hareket etmeyi doğru duruş ve oturuşları öğretmiş olmalı, onun konfor ve rahatlık isteği asla aklının ve ruhunun isteklerinin önüne geçmemelidir. Bu vasıflara sahip bir yönetici dört unsurdan oluşan sistemin başına geçip onu ideal bir şekilde yönetebilir. Bu noktadan bakınca liderliğin bir teori değil varoluşsal bir dönüşüm, bir hal olduğu görülebilir.
Bugün dünya ciddi bir liderlik kriziyle karşı karşıyadır. Sadece politik olarak değil toplumun her kademesinde ve her kurumda otantik anlamıyla “liderlere” ihtiyaç vardır. Dünya gerçek liderlere sahip olamamanın bedelini savaşlar, çatışmalar, kaynak israfları, huzursuz ve memnuniyetsiz kitleler ve her geçen gün daha yaşanmaz hale gelen bir toplumla ödemektedir.
Liderlik krizi vardır çünkü liderliğin nasıl olmasından çok nasıl olmaması gerektiğini anlatan teori ve pratiklere sahibiz. İnsanlar arasında farklılıkları güç ve servet üzerinden okuyan, liderliği sadece ikna, aldatma ve korkutma olarak gören son birkaç yüzyılın pratikleriyle yetişmiş milyonlara sahibiz. Manipülasyonu, hırsızlığı, acımasızca güç kullanabilmeyi ustalık olarak fetişize eden kültür üretimimiz var. Her şeyden önce her geçen gün bireyselliğini yitiren tektipleşen kendini en ilkel güdülerinin tesirine terk eden bırakın başkalarını yönetmeyi kendini dahi yönetmek konusunda yetersizleşen, ne dünyaya ne kendine dair sanal bir gerçekliğin ötesinde fikir sahibi olmayan kitleler çağında otantik liderlik bir mit olmaktan öteye gidemez.
Ancak her şeye rağmen kendini aldatmayan, basit açıklamalarla yetinmeyen ve kendini farklılaştırma yolculuğuna çıkarak yaşamı sürekli bir tekamül olarak gören kişilerin her devirde olacağını umut ederek gerçek liderliğin otantik anlamıyla yeniden ele alınmasının toplum ve kurumlar için faydalarını dünyanın ve insanlığın geleceği adına tartışıyor olmalıyız.